1 000’ler’den 1 000 000’lara HAK ARAYIŞI

 

 

Çok Partili düzene geçtiğimizden bu yana, bazen durulsa da çoklukla kriz düzeyinde seyreden ve giderek ülkemizi içinden çıkılmaz sorunlarla karsı karsıya getiren politik bunalımın arkasında, 75 yıllık bir süreç var.

Başından beri, kavganın asil sorumlusu olan sağ(muhafazakâr) iktidarlar, ad ve lider değiştirseler de hep ayni ideolojinin yani kurulu düzenin sahipleriydi. “Bu düzen değişmelidir” diyenlere karşı hala süren bu kavga, öyle R.T. Erdoğan’ın dediği gibi ne onunla başladı, ne 25 yıllıktır, ne de salt demokrasi kavgasıdır. “Yeter söz milletindir” sloganıyla 1950’de iktidarı ele alan Demokrat Parti’nin(DP) arkasında, aş ve iş derdindeki yığınlar vardı.DP’nin, “Her mahallede bir milyoner yaratma” sevdasıyla uyguladığı sermayeci politikalar, sonunda ekonomiyi 1958 kur ayarlaması (Lira’nın, Dolar karsısında değerini düşürmek) batağına sürükledi. 1961’de yapılan seçimde, oy çokluğunu yine kapitalist eğilimli merkez sağ partiler aldı. Ülkenin yönetimi DP’nin devamı olan Adalet Partisi’nin(AP) eline geçti. Tek başına hükümet eden AP, “halk plan değil pilav istiyor” diyerek, gelir dağılımında adaleti de öngören kalkınmayı (sanayileşmeyi), “önce kazansınlar sonra dağıtırlar” anlayışıyla, devlet destekli özel sektörün eline terk etti. Özdeyişle, DP’nin, her mahallede bir milyoner yaratma politikası, yerini hükümet yandaşı holdingler yaratmaya bıraktı.

1970’lerin başında ekonomimiz, bir kez daha enflasyon ve artan işsizlikle karşı karşıyaydı. Elbette bedel ödeyenler, her zamanki gibi, emeğiyle çalışanlar ve yoksul kitleler oldu. Gençliğin sokaklara taşan tepkisi, sendikaların katkısıyla doruğa çekti. Bu direnişe karşı Başbakan Demirel, “sokaklar yürümekle aşınmaz” edasıyla, sözde demokrat politikacı fotoğrafı çektiriyordu!

1973 seçiminde halk, “Toprak işleyenin-Su kullananın” diyen Karaoğlan Ecevit’e sahip çıkar gibi oldu. Ancak, 1974’de patlayan ilk petrol krizinin faturası, kısa süren sosyal demokrat hükümete kesildi. Arka arkaya üç kez kurulan ve faşist eğilimli gençliğin sırtını sıvazlayan Milliyetçi Cephe Hükümetleri, ülkeyi 12 Eylül 1980 darbesine sürükledi.

24 Ocak 1979’da alınan liberalleşme kararlarıyla çift rakamlı enflasyonla tanışan ekonomi, Demirel’in sağ kolu ve Erbakan’ın 1977 seçimlerindeki İzmir milletvekili aday Turgut Özal’a teslim edildi. 1983 seçimleriyle de Özal’ın komutasında 10 yıl süren, döviz girişini teşvik ve özelleştirme uygulamasıyla ekonomi, küresel sermayenin kontrolü altına girmiş oldu. Bu dönem, halkın oyundan güç alan ve zengini daha da zenginleştiren merkez sağ (liberal kapitalist) ekonomik politikaların yerleştiği bir süreçtir.

Özal’dan sonra, Demirel’in önderliğindeki Türk-İslam sentezinin amirliğini kurduğu koalisyonlar devam etti. Ancak, bir önemli değişim oldu; 1995’te yüzde yirmi oyla birinci parti olan milli görüşçü (özgürlükleri ve insan haklarını esas alan, çağdaş, laik demokrasi yerine bağnaz din kardeşliğine dayalı sandıksa demokrasi) Necmettin Erbakan, artık başbakandı. Maraş’tan Konya’ya, Kayseri’den Kocaeli’ne kadar tarikatlar destekli yeşil sermaye boy göstermeye başladı.

1999 seçimi sonrası, demokratik solcu Ecevit’in kurduğu merkez sağ koalisyonu, daha yolun başında iç ve diş tuzakları aşamadı ve 2000 krizi patladı. 2002 seçiminde halk çareyi, yeni sandığı R.T. Erdoğan’da aradı.
Başbakanlık koltuğuna oturduğunda derin devlet korkusuyla “ben değiştim, artık milli görüşçü değilim” diyerek yola çıkan AKP Genel Başkanı, 2007’ye geldiğinde, sözde Avrupa Birliği yolunda ve “muasır medeniyet” nutuklarıyla, ekonominin yönünü yandaşlarının yararına dönüştürmekte “Hocalarından” çok daha becerikli çıktı.

Ulus devlet karşıtı liberallerin ve Fetö başta tarikatların desteğiyle 2011 seçiminde oyunu daha da artırdığında, demokrasinin üzerindeki vesayeti, askerin elinden tek başına kendi eline alma fırsatını buldu. Yıllar önce söylediği gibi artık, “demokrasiyi gerçek hedefi yolunda araç olarak kullanabilirdi”! Öyle de oldu ve aşırı iktidar gücüyle, önünde engel gördüğü medya başta herkesi ve her kurumu baskı altına almayı başardı. O kadar ki, hak ve hukuku hiçe sayan, artık hiç kimsenin ve kurumun karşısına çıkamayacağı inancı, sanki iliklerine işlemişti. Taksim Gezi’de, sonradan iç işleri bakanı yaptığı başbakanlık müsteşarına “ezin” talimatını verdirirken, artık Başbakanın gözünde her “insan” adeta bir hamamböceğiydi!

Ne zaman ki, Suriye batağına bulaştı ve partizanlık uğruna ekonomiyi (hazineyi) Nas-mas deyip tek elden yönetmeye kalkıştı, halkın aş-iş derdi çıkmaza girdi ve 2023, 2024 seçimlerini kaybetti.

Partili Cumhurbaşkanı yani Tek Adam olduğundan son 15 yılda aldığı ve yaptığı her karar ve uygulamanın faturası cezaya dönüşeceği için bu düzende bir seçimi göze alamaz duduma düştü.

Bu son tümüyle hukuk dışı olanlar, başta gençlik olmak üzere halkı hak (adalet) arayışı için meydanlara ve sokaklara çıkardı. Ne yapacağını bilmez durumda olan CHP de, halkın haklı tepkisine sahip çıkmak zorunda kaldı.

Ülke artık bu çıkmazdan demokratik bir erken seçimle çıkabilir. Ancak AK Sarayın bir erken seçimi göze alması olası değil. Bu toplumsal direnişin kolay kolay geri dönüşü de gözükmüyor. Ben 1960’dan beri her müdahalenin içinde oldum; Bu kez o zaman olanların (açık ve dolaylı darbeler) tekrarını hiçbir yurtsever demokrat asla istemez de beklemez de.

Ne olur derseniz? Yine de artık seyirci durumuna düşmüş olsa da, oyunu aldıkları bu emekçi halk, “AKP Milletvekilleri ve kurucularının bir yol arayışı cesaretini bekler durumda.

 

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor