1.CEZAEVİNE GİRİŞ

Polis Okulunda 56 gün 1+1 bir dairede gözaltında tutulduktan sonra çıkarıldığımız Sıkıyönetim Mahkemesinde tutuklanmamıza karar verilmiş ve 18 Şubat 1981 tarihinde akşam karanlığı çökerken Adana Kapalı Ceza ve Tevkif Evine getirilmiştik.
Cezaevi yönetimi giriş işlemlerini yaparken bazı yakınlarımız yatak yorgan getirmek üzere evlere gitmişti. Cezaevi müdürünün odasında yataklarımızın getirilmesi için bir süre bekledik.
Bu arada, cinayet hükümlüsü Berber Emin bizi sırayla tahta bir sandalyeye oturtup saçlarımızı 3 numara makine ile tıraş etti. Yataklar getirilip tıraşımız tamamlandıktan sonra bir gardiyanı izleyerek koğuşumuza doğru yola çıktık. Bir kaç tutuklu ve mahkum da yataklarımızı sırtlarına aldılar ve uzun koridorlardan geçerek bir avluya çıktık.
Gardiyanlardan biri avluya açılan demir kapıya zincirle asılmış kilidi açarak bizi artık bir süre evimiz olacak koğuşa soktu. Yeni yaşam alanımız olan bu koğuş, içerisinde 40 adet çift katlı ranzanın bulunduğu ince uzun bir odaydı. Yataklarının üzerinde oturan tutuklu ve hükümlülere selam verip bir kaç tutuklunun yataklarımızı yapmasını bekledik. Yataklar yerleştirildikten sonra, bizi getiren gardiyan “Allah kurtarsın” deyip koğuşun demir kapısını dışardan kilitleyerek ayrıldı. Böylece, yaşamımızın ne kadar süreceğini bilmediğimiz bir yeni evresi başlamış oldu. Gözaltı günlerinde hiç ihtimal vermemiş olsak da artık ceza evindeydik.
2.YENİ MEKANIMIZ
Sonradan öğrendik ki, koğuşumuz “İşçi Koğuşu” olarak bilinen, cezaevinde çeşitli işleri yapmak üzere görevlendirilmiş tutuklu ve mahkumların kaldığı koğuşmuş. Bu koğuşta torpilli olan hükümlü ve tutuklularla berber, aşçı, elektrikçi, anonsçu gibi meslekleri yürüten tutuklular kalırmış. Bizi odanın iyi bir yerinde bulunan ranzaların üst katlarındaki yataklara yerleştirdiler.
Koğuşta sandalye benzeri hiç bir şey bulunmadığı için koğuş sakinlerinin hepsi pijamalarını giymiş, yataklarının üstünde oturuyorlardı. Koğuş sakinlerinin önerisiyle giysilerimizi yatak ve yastıklarımızın altına yerleştirdikten sonra biz de aynı şekilde yataklarımızın üstüne oturduk ve koğuş arkadaşlarımızın “Allah kurtarsın” dileklerini kabule başladık.
Tutuklulardan biri bana yaklaşarak kısık bir sesle barda adam yaralamaktan tutuklanmış bir komiser yardımcısı olduğunu, bizim hikayemizi gazetelerden ve kendisinin akrabası bizim de öğrencimiz olan Ticaret Lisesi Müdürü Fevzi Büyükoğlu’dan öğrendiğini, bu koğuşa getirileceğimizin cezaevi yetkilileri tarafından o sabah kendilerine bildirildiğini, bazı ranzaların boşaltılıp bizim için hazırlandığını, bu ranzalardan taşınan tutukluların bizim aleyhimizde bir hareket başlattığını söyledi ve kendisinin bize yardımcı olacağını belirtti.
İki ay öncesine kadar rektör, dekan, yüksek okul müdürü ve öğretim üyesi olarak toplumda saygın bir yere sahip olan bizler düşürüldüğümüz durumun şaşkınlığı içerisinde koğuşumuza alışmaya ve cezaevi kurallarını ihlal edecek bir davranışa girmemeye çaba gösteriyorduk. Bu arada, dışardan gürültüler, şarkı ve darbuka sesleri gelmeye başladı. Koğuş arkadaşlarımız bitişikte bulunan kadınlar koğuşuna yeni bir tutuklu getirildiği zaman kadın tutukluların ona karşılama töreni yapıp oynadığını ve göbek attığını söyledi.
Demek ki, bizimle birlikte tutuklanan tek kadın olan Vebil Çağlayan da koğuşuna girmiş ve kendisine karşılama töreni yapılıyordu. Tutuklanan arkadaşlar içinde Adanalı iki kişiden biri olduğum için arkadaşlara adeta ev sahipliği yapmam gerekiyormuş gibi düşünerek burada herkesin eşit olduğunu, koğuş arkadaşlarımızla hemen kaynaşmaya çalışmamızı, hiç büyüklük kompleksine girmememizi, sabah herkesle birlikte avluya çıkıp diğer tutuklu ve mahkumlar gibi hareket etmemizi, volta atanlara katılmamızı tembih etmiştim.
Akşam saat 21.00’de koğuşun demir kapısı gıcırdayarak açıldı ve içeriye bir kişi girip selam verdikten sonra en baştaki ranzanın üst bölümüne geçti, elbisesini çıkarıp çizgili pijamasını giyip başına takkesini geçirdikten sonra “Arkadaşlar beni dinleyin” dedi. Kendisinin müebbet hapis cezası aldığını ve koğuş mümessili olduğunu belirttikten sonra cezaevlerinin kendine özgü kurallarının bulunduğunu, eskiden cezaevine yeni girenlerin eski mahkumlara saygıdan en az bir hafta yataklarından aşağı inmediğini, bir aydan önce avluya çıkmadığını, eski mahkumlar davet etmeden avluda atılan voltaya katılmadığını, hep duvar diplerinde oturduklarını söyledi.
Oysa son zamanlarda yeni gelen tutukluların cezaevi kurallarını hiçe saydıklarını, ilk günden kırk yıllık mahkum gibi avlu ortasında volta attıklarını belirtip, bu tür davranışları bu koğuşta görmek istemiyorum dedi. Dışarıda kimin görevinin ne olduğunun burada hiçbir önemi yoktur, burada rütbe cezanın büyüklüğü ve tutukluluğun eskiliğine göre belirlenir diye ekledi.
Yapılan uyarının tamamen bize karşı olduğu açıktı. Bu konuşma üzerine ne diyeceğimizi bilmezken komiser muavini olan tutuklu söz alıp “Ahmet gardaş, dediklerin doğru ama bu kurallar aramıza yeni katılan hocalarımıza uygulanamaz. Bu hocalar hepimizin saygı göstermesi gereken büyük adamlardır” diyerek bizim adımıza cevap verdi. Bize nasıl davranacağımızı ihtar eden koğuş mümessili Ahmet’in üç kız kardeşini öldürüp müebbet hapse mahkum olduğunu sonradan öğrendik. Bu konuşmalar nereye geldiğimizi ve atacağımız her adımı atmadan önce defalarca düşünmemiz gerektiğini daha ilk anda bize anlatıyordu. Oysa, ben arkadaşlara tam tersi davranışlar önermiştim. Bir süre sonra herkes uykuya daldı ama bizim gözlerimize sabaha kadar hiç uyku girmediğini belirtmeme gerek yoktur sanırım.
Uykusuz bir gecenin ardından koğuş sakinleri erkenden kalkıp giyindiler. Ardından, koğuş kapısı açıldı ve topluca avluya çıktık. Askerlikteki içtima gibi tek sıra halinde dizildik, gardiyan sayım yaptıktan sonra “Allah kurtarsın” deyip ayrıldı ve biz cezaevindeki ilk günümüze başladık. Koğuş arkadaşlarımızın bir kısmı yanımıza gelip neden cezaevine düştüğümüzü öğrenmeye çalışıyor, diğer bir kısmı ise uzaktan bize bakarak birbirleriyle fısıldaşıyordu.
Biraz sonra büyük bir kazanı taşıyan iki kişi avluya girdi: Kazanda o sabahki kahvaltımız olan bulgur çorbası vardı. On-on iki yaşlarında bir kaç küçük çocuk da ekmek ve tahta kaşıkları taşıyordu. Her birimize birer kaşık dağıtıldı, 5-6 kişinin birlikte yiyeceği büyük sahanlara çorba konuldu, her birimizin ellerine yarım ekmek tutuşturuldu. Ne masa vardı, ne de sofra, yere çömelerek cezaevindeki ilk kahvaltımızı bulgur çorbası içerek yaptık.
Öğleye doğru iki jandarma teğmeni avluya girip bazı arkadaşlarımızın bizi ziyarete geldiğini bildirdiler ve bizi “Görüş Yerine” götürdüler. Demir parmaklıklar ve çelik tellerle ayrılmış bir odanın diğer tarafındaki ziyaretçilerimizln yüzlerini zor seçiyorduk ama gözaltındaki günlerimizle kıyaslandığında bu bile bizim için büyük bir nimetti. Dışarısıyla ilgili bilgiler alıp savunmamıza yardımcı olacak bazı şeyler için talimatlar verdik ve eşofman, spor ayakkabısı gibi rahat giysiler sipariş ettik. Yanımıza gelen teğmenler daha önce Mühendislik Fakültesinde görev yapmışlar, dışardaki bazı arkadaşlarımızı tanıyorlarmış, cezaevinde bize yardımcı olacaklarını, bir ihtiyacımız olduğunda kendilerine bildirmemizi söylediler.
Görüşme bittikten sonra Prof. Mükremin Altıntaş ile birlikte koğuşumuza dönerken koridorda karşılaştığımız eli sopalı bir jandarma erine Mükremin “Kardeş, komutanlarınız olan jandarma teğmenlerini nasıl bulabiliriz?” diye sordu. Sormasıyla birlikte nerede bulunduğumuz feci şekilde yüzümüze çarpıldı. Jandarma eri elindeki sopayı Prof. Altıntaş’ın suratına doğru sallayarak, “Ben senin nasıl kardeşin oluyorum komünist eşşoğlu eşşek” dedikten sonra “Doğru koğuşunuza gidin bakalım, komutan filan göremezsiniz” diye bağırdı ve bizi önüne katarak bir çobanın koyunları ağıla sokması gibi koğuşumuza getirdi.
Bingöllü bir genç olan bu jandarma eri o yıl 1/Nisan/ günü yanıma gelip “Bana cebindeki bin TL’lik banknotlardan bir tane ver hele, bir şeye bakacağım” diyecek ve parayı aldıktan sonra sırıtarak “Bir Nisan“ deyip parayla yanımdan ayrılacaktı. Aynı er bir süre sonra pejmürde bir sivil kıyafetle yanımıza gelecek ve terhis olduğunu bildirip bizden iş bulmasına yardımcı olmamızı isteyecekti.
Boyu eninden çok uzun büyük bir oda, odanın bir ucunda tek kişilik alaturka bir tuvalet ile bir lavabodan ibaret olan koğuşumuz dört tarafı yüksek duvarlarla çevrili bir avluya açılıyordu. Sabahları gardiyanlar koğuş kapısını açıp bizi avluya çıkarıyor, avluda bizi tek sıra halinde dizilip günlük sayımı yapıyor, ardından Allah kurtarsın deyip gidiyorlardı.
Akşama kadar avluda sohbet ederek, volta atarak, güneşlenerek vakit geçiriyorduk. Akşam vakti gardiyanlar bizi tekrar saydıktan sonra koğuşa sokuyor ve demir kapıyı üzerimize kilitliyordu. Üç öğün yemek cezaevi mutfağında çalışıp geceleri bizim koğuşta kalan 3 gasp hükümlüsü tarafından kazanlar içinde getiriliyor, her birimize birer bakır tabak ile birer tahta kaşık veriliyor, sıraya girerek kazandan yemeğimizi alıyor ve yere bağdaş kurarak veya çömelerek yiyorduk. Üzerinde yemek yenecek bir masa veya oturacak bir sandalye yoktu. Günde birkaç kez bir çaycı birlik, ikilik, üçlük denilen çeşitli büyüklüklerdeki çaydanlıklar içerisinde çay getirip para karşılığında dağıtıyordu.
Tutuklular ya duvar diplerine oturup sohbet ediyor, ya da birkaç kişi yan yana dizilip volta atıyordu. Volta, bir kaç kişinin yan yana dizilip avlunun bir ucundan öbür ucuna hızlı adımlarla ve genellikle hiç konuşmadan sürekli yürümesi şeklinde oluyordu. Cezaevinde işlenebilecek en büyük suç veya hükümlü ve tutuklulara karşı yapılabilecek en büyük saygısızlık volta kesmek, yani volta atanların önünden geçmektir, ki böyle bir durum hemen daima kavgaya yol açar. Volta atarken hayal kurduklarını, çok zaman cezaevi dışında bir şeyler yapmakta olduklarını hayal ettiklerini, önlerinden geçen kişinin onların hayallerini yarıda kesip gerçeğe yani cezaevine döndürdüğünü söylüyorlardı!
Koğuş arkadaşlarımız cinayet, gasp, yaralama, hırsızlık gibi adi suçlardan tutuklu ve hükümlülerdi. Aramızda siyasi mahkum veya tutuklu yoktu. Biri adam yaralamaktan, diğeri kaçakçılarla işbirliği yapmaktan, sekizi de rüşvet almaktan cezaevine girmiş on polis ile bir Komiser, bir Komiser Yardımcısı ve bir Baş Komiser de koğuşumuzda kalıyordu. Rüşvet almak suçlamasıyla tutuklananlar Adana Emniyet Müdürlüğü Hırsızlık Masasının şefi ve polisleriydi.
Hırsızlıktan tutuklanarak aynı koğuşa konulmuş bir genç daha önce bu Hırsızlık Şubesi ekibi tarafından gözaltına alınmış ve baş komiser tarafından gördüğü işkence sırasında eli kırılmıştı. Hırsız genç sorgu sırasında elini kıran baş komiserin yanına gidiyor, hiç acımadan elini nasıl kırdığını soruyor, baş komiser ürkek ve korku dolu bir sesle istemeden yanlışlıkla yaptığını belirtiyor, ve bir sınıkçıya götürüp seni tedavi ettirdim ya dedikten sonra ne olur burada bana bir şey yapma diye ona yalvarıyordu. Hırsız genç ise “Sen yine de derin uykulara dalma, uyandığında bir kulağının kesilmiş olduğunu görebilirsin” diyerek Baş Komiseri tehdit ediyordu.
Koğuşumuzdaki tutuklular arasında iki de İskenderunlu işadamı vardı. Birbirleriyle ortak olan bu iş adamlarının yurtdışından kaçak mal getiren bir gemileri yakalanmıştı. Bahşişe boğdukları gardiyanlar ve cezaevi müdürü onlara büyük saygı gösteriyordu. Tahliye olduktan sonra İskenderun’da işlettikleri lüks bir sahil lokantasında ziyaret ettiğim bu iş adamlarının uluslararası kaçakçılık çevrelerinde çok tanınan kişiler olduğunu sonradan öğrenecektim.
Bir gün cezaevinin baş gardiyanı orta yaşlı, iyi giyimli bir tutuklu ile birkaç arkadaşını bizim avluya getirdi. Koğuşumuzda kalan Baş Komiser ve polisler önlerini ilikleyip koşarak bu misafirin önünde adeta saygı duruşuna geçtiler. Polislere birkaç karton Amerikan sigarası hediye eden bu adam Gaziantepspor Kulübü eski başkanı ve uluslararası uyuşturucu taciriymiş. Sohbet sırasında, Gaziantepspor başkanı olduğu dönemde futbol takımıyla İstanbul’a maça giderken çok sayıda futbol topunun içine uyuşturucu doldurup götürdüğünü övünerek anlatan bu adamın yıllar sonra Hollanda’da tutuklu bulunduğu bir cezaevinden helikopterle kaçırıldığını gazetelerden öğrenecektim.
(DEVAM EDECEK)