“23 NİSAN” GÜNLERİ ESKİDEN BAYRAMDI!
Bildiğimiz, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı bayram gibi kutlanırdı eskiden. Uyduruk bir “mahana” ile bayram olmaktan çıkarıldı, halka açık protokol toplantısına benzetildi. Mahana sözcüğü Adanacadır; çocukluğumuzda “Bahane” anlamında pek sık kullanılırdı.
Hazmetmek bir yana, aklıma düştükçe içimi ale alev yakan 23 Nisan kutlamalarından dertliyim. Yaşadığım, çocuklarımın yaşadığı ama ne yazık ki torunlarımın görmediği 23 Nisan’lar da çocuklar vardı, neşe vardı, cıvıltı vardı, sevinç vardı, umut vardı. Daha da önemlisi Atatürk vardı. Çocuklar, Atatürk ışığının ne denli parlak olduğunu en çok bu bayramda kavrıyordu. Zaten “Mahanacılar” bu yüzden bayramı bayram olmaktan çıkardılar diye düşünürüm hep. Sanki amaç, her yerde ve her fırsatta yapıldığı gibi, Atatürk ilke ve devrimlerini perdeleyip yok etmek… Neymiş efendim; stadyumlarda çocuklarla yapılan törenlerde varlıklı ile yoksul arasında fark oluyormuş da, fakir-fukara çocukları imrenip üzülüyormuş da, muş muş da muşmuş… Mahanaya bakın mahanaya… Rahmetli İnönü görseydi, kaşlarını çatıp “Hadi canım sen de!..” diyerek kızgınlığını belli ederdi.
Mahanacılar, herkesi kör, alemi sersem sandıkları için, halk tabiriyle söyleyeyim, yutturduklarını zannetmesinler. Yutmadık, hatta gargara da etmedik. Neyin ne olduğu gün gibi aşikar. Biz bilmez miyiz şimdiki çocukların her şeyin farkında olduğunu!.. Bütün mesele 23 Nisan’da dans eden çocukların yirmi-otuz Liralık renkli elbisesi mi yani? Pekala, okula götürülen çantalardan, ayakkabıdan, defterden, kalemden, konuşmasından, anlattığı tatil anılarından, evlerindeki yaşantıyla ilgili söylentilerden hiç mi belli olmuyor hangisinin varsıl, hangisinin yoksul ya da orta direkten olduğu?..
Bu bayramı çocuklar ruhlarında duyarak, “iğne atsan yere düşmeyecek kadar” hıncahınç dolmuş stadyumlarda dans edip şarkı söyleyerek kutlardı eskiden. Adı üstünde kardeşim; Çocuk Bayramı… Eğlenirlerdi, cıvıldaşırlardı, gülerlerdi ve Atatürk’ü biraz daha, anlayıp daha çok severlerdi. Hangi anne, hangi baba, hangi dede-nene, abla-abi küçüklerinin mutlu olmasından sevinç duymaz? Bu nedenle, o coşku sadece çocukların değil, büyüklerin de yüreğini ısıtırdı.
Varsıl-yoksul mahanasıyla gelenekselleşmiş kutlamalar yasaklanınca, sözüm ona yine kutlanıyor ama, çocuksuz. İstasyon önüne kurulan mahfelde “Protokole mensup zevat ve eşleri” oturup soluk bir resm-i geçit izliyorlar. Eminim ki bazıları sıkılıyor bile ama, ne yapsın, resmi görev icabı bekleyecek… Halkın katılımı deseniz, “yok” denecek kadar az. Denilebilir ki günün herhangi bir saatinde oradan geçen yayaların belki belki iki misli, o kadar… Buna kutlama demiyorum, diyemeyeceğim. Olsa olsa anma olur.
Biliriz ve bildiririz ki, Atatürk’ün adını duyunca içi ürperip yüreği sıkışanlar var. Eskiden hortlaklı filmler olurdu. Her şeyi, her gayreti, her silahı alt eden hortlak, haç gördüğünde çılgına döner, haç yaklaşınca da ateş olup cehennemi boylardı. Bazı Atatürk düşmanları da, bu ismi duyduğu anda haç görmüş hortlak gibi yandıklarını hissediyorlar.
Son senelerde bazı ilkokullar kendi bünyelerinde kutlama yapıyor. Minikler, inanın en fazla yirmi liralık giysilerle dans edip eğlenirken, büyükler de onları izleyerek coşkuyu paylaşıyorlar. Yani, eskiden stadyumda on binlerce izleyici ve sayısız okul katılımıyla yapılan törenin küçük ölçeklisini gerçekleştiriyolar. Çok mutlu olduyorum. Umudum o ki, 31 Mart sonrası ülkemizde esecek yeni rüzgarla, o eski kutlamaları yurt çapında yeniden yaşayacağız.
Bayramınız, inşallah kutlu olsun!..