İPEK BÖCEĞİ BESLEDİM

İlkokuldayken bazı arkadaşlarımız ipekböceği getirip satarlardı. Sanırım ikinci sınıftaydım. Yaşım 8 olmalı. Ben de heveslenip 20 tane aldım. Böcekleri taşımak için defterden kopardığım sayfanın dört köşesinı yukarı kaldırıp kıvırınca kâğıttan küçük bir küvet oldu. Satıcı, en büyüğü bir buçuk santim kadar olan böceklerin altına birkaç da dut yaprağı sermişti.
Eve geldiğimde babaannem bizdeydi. Rahmetli, dedemin şehit haberi gelince “üç kuruş, beş kuruş” dememiş, nafakaya destek olabilecek her işe atılmış. İnek ve bağ bahçe gelirine ek olarak mevsiminde ipek böceği de yetiştirip kozayı sağarmış. Mesleği biliyor yani… Böcekleri görünce çok sevindiğini fark ettim. Kim bilir hangi duygularla, hangi anıların kapısını açmıştı; yüzünün aydınlandığını, gözlerinin parladığını gördüm. Bu parıltı, ekonomiye uzaktan bakan birinin gözlerindeki fark edilemeyen ışıltısına benzemiyordu. Gözler, sanki gülüyordu.
Babaannemin isteği üzerine annem ayakkabı kutusu bulup getirdi. Ben de, halamlardaki dut ağacından bol bol taze yaprak getirmek üzere görevlendirildim. Aynı zamanda, bu hayvancıkların sadece dut yaprağı yiyerek beslendiklerini öğrendim. Yıldırım hızıyla halamlara gittim. O yaştayken ağaçlara çabucak tırmanabiliyordum. Önerildiği gibi kartlaşmamış yapraklardan toplayıp döndüm.
DOKUNABİLİRSEN HADİ GEL DOKUN
Ayakkabı kutusunun birkaç güne kadar yetmeyeceğini düşünen babaannemin isteği üzerine, annemin pek değer verdiği, kabuğu soyulmuş murt dallarından örülmüş küçük sele kurtlarımın yeni yuvası oldu. Babaannem, yaprakları özenle serdikten sonra “Hadi şimdi birer birer getirip yaprağın üstüne koy bakalım” dedi. Dedi de, hayatımda böcek tutmamışım ki; çekindim, daha doğrusu düşük voltajlı korkuya tutuldum. Cesaretlendirici hiçbir söz kâr etmeyince, babaannem taşıma işini de, yüzündeki belirgin mutluluğu ve şefkat havasını kaybetmeden, titreyen elleriyle halletti.
Her sabah ilk işim yaprak toplayıp getirmek oldu. Bir gün, üç gün, beş gün derken hayvancıklar semirip büyümeye başladılar. Büyüdükçe de yaprak tüketim hızları katlanarak artıyordu. Artık bir değil, iki kez yaprak getirmeye başlamıştım. Besinlerini yerleştirirken birkaç kez tesadüf sonucu dokunmuş, hatta elimle tutma hevesine bile kapılmıştım.
Kaçıncı gündü, anımsamıyorum; oturdukları dairenin temizliği gerekmekteydi. Babaannemin yardımıyla, bu kez ikimiz de böcekleri tutarak yuvadan çıkarıp seleyi adam akıllı çırptık. Yeniden yaprak döşeyip bir kez daha yuvalarına taşıdık. Bizzat tutabilmiş olmak bana gurur vermişti.
BAŞINI DİKİNCE KOZA ÖRERMİŞ
Böceklerimin en küçüğü yedi-sekiz santim kadar olmuştu. Gerçekten oburdular ve yaprak yetiştirmekte zorlanmaya başlamıştım. Bir gün, iki böceğin yemeyi bırakıp başını diktiğini görünce hastalandıklarını düşündüm. Neyse ki yanımda ustaların ustası babaannem var; “Yok oğlum, hasta değil, artık koza örme zamanı gelmiş. Hadi dikensiz çalı bul, koza için yer yapalım.” dedi. Dikensiz gül bulmak daha kolaymış. Dediği gibi bitki bulamadım. Sonunda, hala kızlarımdan birinin yardımıyla isteğe uygun bol çatallı, ince dallı bir parçayı getirip yerleştirdim.
Tam zamanıymış; sabah baktım ki, bir sarı, iki beyaz bir de pembemsi koza örmeye başlamışlar bile. Yanılmıyorsam üç gün içinde hepsi de kozasını ördü. Elimde rengârenk ipek kozaları olmuştu. Hazine bulmuş kadar mutluydum. Çok geçmedi, benim böcekler birer birer kelebek olup kozayı deldiler. Fakat bu kelebekler uçup gitmiyor, kondukları yerde duruyorlardı. Pek çoğunun altında irmikten birz irice kahverengi yumurta yığını vardı. Babaannem “Ben bu yumurtaları bir çaputa sarıp bağdaki kuyuya sarkıtarak saklar, ertesi sene dut yaprağı filizlenirken çıkarırdım” dedi.
Benden sonra küçük kızım, ondan sonra da İstanbul’daki en küçük torunum aynı deneyimleri yaşadı. Son yıllarda bu zarif hayvancıkları görmez ve haklarında tek söz duymaz oldum. Bir gelenek daha yavaşça yitip gitti sanki.