ÇATIŞMADAN 17 GÜN ÖNCEKİ CİNAYET Mİ?

DOKUZUNCU BÖLÜM
Bugün, yine bir yabancı kaynaktaki bilgilere dayanarak, 28 Mart 1909’da, demek ki olaylardan 17 gün önce işlenen bir cinayete değineceğiz. Etnik gerginliğin tavan yaptığı, cemaatlerin birbirine karşı kırmızı alarm ilan ettiği dönemler yani. O gün, Müslüman İsfendiyar ile Ermeni Hovhannes arasında başlayan kavga büyüyünce sağdan-soldan gelenler aralamaya çalışmışlar. Olmamış, Hovhannes silâhını çekip İsfendiyar’ı öldürmüş, aralamaya çalışan birkaç kişiyi de yaralamış. Ardından da, koşarak Ermenilerin yoğun olduğu sokaklardan birinde izini kaybettirmiş. Peşine düşenlerin ısrarını fark edip öldürülmekten korkunca da yolunu bulup Kıbrıs’a kaçmış. Tabii bu olayın etkisi, İğtişaş’a giden yolu daha da kısaltmış.
Aynı olayla ilgili anlatıma göre, cenaze kortejine eş-dost, hısım-akraba dışında ekonomik ve sosyal rahatsızlıklarını Meşrutiyetle gelen özgürlüğü yanlış bulanlar da katılmış. Cenaze alayı, bir bakıma aynı zamanda devlet yönetimine karşı gösteri şekline de dönüşmüş. Göstericiler, İkinci Meşrutiyeti hazırlayanlarla birlikte, kendilerine yardımcı ve destek olan Ermenileri de suçlayan ifadeler kullanmışlar.
BİR ÖLÜ DAHA…
Birkaç gün sonra, Hovhannes tarafından yaralanan Müslümanlardan biri daha vefat edince, esasen çok gerginleşen hava, adamakıllı ısınmış. Bu kez de, bazı camilerde “Bakın işte, denilenler oldu. Ermeniler Müslümanları yok etmek için hazırlanmış, bugün yarın toplu katliama geçecekler” şeklinde kışkırtıcı söylemler yer almış. Erişilen koşullar altında, her iki tarafından da birbirinden çekinmesi, aniden gelebilecek saldırıya karşı hazırlıklı olunması elbette normal sayılabilir.
VALİNİN TELGRAFI VE GELEN CEVAP
Maktûl İsfendiyar’ın yakınları katilin bulunup cezalandırılması için Vali Cevad Bey’in kapısından ayrılmaz olmuşlardı. Bir de, yeni çatışmalara karşı önlem isteyen taraf temsilcilerinin baskıları giderek artıyordu. Yetmezmiş gibi, bir camide imamın, İDDİAYA GÖRE, “Dememiş miydim ben, Ermeniler evlerimizi yakmaya, kanımızı içmeye yemin etmişler…” şeklinde kışkırtması karşılık bulmuştu. Başına beyaz sarık geçiren, fesine beyaz bezden bant bağlayan bir grup ellerinde kılıç ve sopalarla gösteride bulunarak havayı daha da bozmuşlardı. Bunun üzerine Cevad Bey, Nazırlığa (İç İşleri Bakanlığına) çektiği trelgrafla durumu özetledi; destek ve talimat beklediğini bildirdi. Telgrafa cevap çabucak geldi. Bakan adına Adil Bey şöyle diyordu: “Müessesât-ı mâliye ile mekâin-i ecnebîyenin muhâfazası ve iâde-i âsâyişe dikkat olunması…”
Dizi başlarında da vurguladığımız gibi, okur-yazarlık ve eğitim isteyen işlerde Ermeni memurlar çalışmaktaydı. Gelen telgrafı herhalde Vali Cevad Bey’den önce Ermeni görevli veya görevliler okumuş ve ağdalı Osmanlıca emri tamamen ters anlamışlardı. Yukarıdaki tümce şöyle diyordu: “Kamu kurumları ile yabancılara ait binaların korunması ile huzurun yeniden oluşmasına dikkat edilmesi…” Ermeni görevliler ise böyle anlamamış, tam aksine, “Kamu kurumları korunurken Ermeni binalarının hedef alınarak huzurun iadesi…” şeklinde yorumlamışlardı.
Artık yanmaya hazır fitilin ateşlenmesine saatler kalmıştı. Nereden ve kimden geleceği belli olmamakla birlikte, kıvılcımın parlayacağı kesinleşmiş gibiydi. Her iki taraf da, on beş-yirmi Adanalı ölebilir endişesi içindeydi. İğtişaş denilen korkunç felâketi hiç kimse düşünmüyordu herhalde.
PAZARTESİ: FİTİLİ DIŞ GÜÇLER Mİ ATEŞLEDİ?