SALCILARIN MERKEPÇİLİK FAALİYETLERİ HAKKINDA

Çocukluğumuzun Adanasındaki nakliyat, yani taşımacılık alanında merkeb ve merkepçilik düşünülebileceğin çok ötesinde önemliydi. Allah-hu-alem, o zamanlar ortalama her aileyi bir merkeb düşerdi.

 

“Merkeb” her ne kadar sözlük anlamı itibariyle “binmelik, üzerine binilen” anlamında Arapçadan gelme bir sözcükse de, biz onu hep “eşek” diye algıladık. Demek ki atalarımız bir yerden bir yere gidip gelirken eşeğe bindiklerinden bu sözcüğü layık görmüşler. Velakin sonradan bakmışlar ki bu hayvan tam bir eşek, palanı vurdukları gibi yükletmişler yükletebildikleri kadar. Sonra da eşekliğine bakıp “eşek” demişler.

 

Aslında mübarek bir hayvandır eşek. Biz çocukluğumuzda onun bağa dağa nasıl insan ve eşya taşıdığını çok iyi biliriz. Birçok aile, yaz başında bağa gidip gelmek için bir veya iki merkebi satın alır, sezon sonunda da Kayseri’den gelen merkep toplayıcılarına satardı. Kayserililer bu merkepleri sezon sonu ucuzluğu için mi gelip toplardı yoksa başka bir nedenle mi, artık o kadarını da biz düşünmeyelim, izninizle… O yıllarda en çok Kayseri’den sucuk geldiğini de anımsarız.

 

Rahmetli ediplerimizden Refii Cevat Ulunay eşeğin çok munis ve yararlı bir dost olduğundan bahisle, gözlerinin olağanüstü güzelliğinden bahsetmiş ve övgüyü şöyle bitirmişti: “Aynı zamanda musikişinastır; anırması mahur makamındadır…”

 

Eskiden dağda kesilmiş tomruklar birbirine bağlanıp sal şeklinde nehirden gelir ve bugün Cumhuriyet Caddesi dediğimiz yolun sahil yanında karaya çıkarılırdı. Büyük marangoz işletmeleri de buralardaydı ve alanın adı “Salcılar” olarak saptanmıştı. Salcılardan tüm sokaklara yapılan orta ve küçük tonajlı nakliyelerde de baş kahraman olarak hep merkepler öne çıkardı. Hayır, adamın ciddi bir işi var ve yığınla salma, dilme, tahta almışsa, ona elbette araba lazım. Salcılarda her zaman, park ederek yük bekleyen sekiz-on at arabası bulunurdu. Diyebiliriz ki, her at arabasına karşılık en azından beş-altı eşek de iş beklerdi o arastada. Hatırladığımız kadarıyla bu bekleyiş çok sürmezdi. Birkaç dilme, üç-beş tahta alan kişi, şöyle bir etrafına bakındığında zaten kendisini takibe almış eşekçi ile göz göze gelirdi. Eşekçi yaklaşıp “Ne var?” anlamında kafasını hızlı biçimde bir kez sola, bir kez de sağa sallayınca karşı taraf lafı başlatırdı:

 

“Şurda bir iki ufak parça aldık; Bakırsındığı’na (Kocavezir-Sucuzade tarafları) gidecik”

Eşekçi, hızar önüne dizilmiş ahşap yığınının bir ucundan diğerine adımladıktan sonra bu kez de alt dudağını ters (V) şekline getirip başını yukarıdan aşağı sallayarak:

“Bir-iki parça dediğine bak! Bunu arabaya zor yükledin be!”

“Yok canım sen de, de hadi ne verecik?”

“Pakırsındığı mı dedin ne?”

“Hee!..”

“Dünyanın da yolu!..”

“Yok, yok bir-urup(*) saatta giderik.

“ Nerye gidyon yav bir urup saatta…” Eşekçi, yığının bu sefer öbür ucundan bu tarafa bir kez daha yürüdükten sonra vuruşunu yapardı:

“İki Mecidiye’ni(**) alırım?”

“N’aaptın babam, bellen ki altın daşıycak (taşıyacak)! Birbuçuğu verrim, halallaşırık, tamam mı?..”

“Bir buçuk?”

“He!, otuzguruş…”

Eşekçi tekrar bir yüke, bir merkebe bir de adama baktıktan sonra eşeği bağladığı yere yönelirken seslenirdi:

“Az amma, neyse, yükle getsin galan; kiminin parası, kiminin duvaası!..”

 Gün geldi, meslek grupları kendi sitelerine taşındı. Salcılar gitti, isim kayboldu, olacak, merkep zaten ansiklopedik bilgi oldu kent içinde…

  (*) Urup: (Adana Ağzı) Çeyrek

(**) Mecidiye: Sultan Abdülmecit Altın’ının adı ve eski kuruş cinsinden değeri,  20 kuruş

 

 

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor