“AYNALAR ÇARŞISI”(*)

“Sevda Yorgunu” ve “Bende Gülüşün Kaldı” adlı şiir kitaplarının ardından; “…Ben öykülerden yana kullandım hakkımı, tıpkı Muriel Rukeyser’in dediği gibi. ‘Evren atomlardan değil hikâyelerden oluşur.’ Hikâyeler yaşamın kendisiydi…” “Ön Söz”üyle (s.5) “Aynalar Çarşısı” adlı öykü kitabını yayınlanan Ayşe Polat’ın öykü kitabında “Okul Yolu-I”, “Okul Yolu-II”, “Çocuklar Asla Unutmazlar”, “Unutma Beni”, “Kadın Kulağıyla Sever”, “Takas”, “Hatıra Defterindeki Fotoğraf”, “Ayfer’in Öyküsü”, “Gelincik”, “Gülme! Gülmesene Len”, “Çiçek Ektim Kesilmiş Yerlerine”, “Başağrısı/İsim Bir Boncuktur”, “Güzel Aldırmazlık” “Vesikalık Fotoğraf” adlı öyküleri bulunmaktadır. “Güç, fiziki kapasiteden değil, boyun eğmeyen iradeden gelir.”  (Okul Yolu I) Gandhi; “Bir mektep bazen tek hocadır. / İnsan bazen bir mektepten değil bir muallimden çıkıyor.” (Okul Yolu II); gibi genellikle tematik olarak başat hâle getirdiği çocuk içeriğinde buluşan öykülerine rehber edindiği özsözsel düşüncelerle öykü yoluna ışık tutar.

Çocuk izleğini sürdürdüğümüzde “Okul Yolu I’de (s.7-14) okula kayıt olmak için gelen okuma heveslisi zeki ve sevimli Fazlı’nın yaşı küçük olduğu için okuldan kovularak okula kaydının yapılmaması; daha sonra okula gelen müfettişe rastlayıp, konuşmaları sonucunda ise okula kaydedilmesi; “Okul Yolu II”de ise okula kaydedilen Fazlı’nın okuma tutku ve iradesinin olumlu sonuç verip okuyup adam olması ve aradan geçen uzun yıllar sonrasında o günlerin anısının keyif ve mutlulukla da yaşandığı anlar  öyküleştiriliyor… “Antalya yat limanı iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalıktı. 1998 senesinin Eylül ayıydı. Akdeniz, güzelliğini muhteşem bir gün batımı ile taçlandırıyordu. Yaşamın koşuşturmacasına bir günlüğüne ara veren insanlar, açık denizin fırtınasından limana sığınmış gemiler gibiydi…//…Her masaya özenle bırakılmış taze günler, masanın üstündeki şamdanların ışık ziyafetiyle masal diyarını andırıyordu. Bu atmosferden denize karşı yakamozu izleyenler, kendini şanslı sayıyordu.” (s.Okul Yolu II-s.15)

“Çocuklar Asla Unutmazlar” bir kurgudan öte yaşanması olası yaşanmışlıklardır ki psikolojideki “Horn Etkisi” ile de özetlenen bu olgu oysa odur olmanın dayanılmaz ağırlığı olarak vicdan ve insancıllık gözetmeden yaşamlara çöken bir karabasan gibi bir şey olsa gerekti… “Horn Etkisi…//…Bunun etkisiyle çok yara almıştı. Evet, ‘Sen mi yaptın?’ diye sorulmazdı belki ama bakışlar ona yönelince her seferinde kendisini aklamak zorunda kalırdı. Yemin etmişti. Aynı okla kimseyi vurmayacaktı. Kendini haksızlık yapanlardan öcünü başka bir yolla alacaktı…” (s.19)

“Çocukken suçlanmak, dışlanmak bir ömür kanattı içini. (Yalnızlık bir yana, akran baskısından yorulmuştu. ”Onur da ağlardı. kırılırdı en ince yerinden.”) Okulu bu yüzden bırakan…” (s.19) çocuk; ”Ben başıma gelenler değilim. Ben olmayı seçtiğim kişiyim (Carl Gustav Jung)” gibi bir doğruluğu yaşamında gerçekleştirerek, iyilikle öcünü almayı düşünür. Günü geldiğinde de… Yalnız kalmasını beklediği Bakkal Ali Emmi’nin dikilir başına:

-Defteri çıkar dayı”

-Ne defteri?

-Veresiye defterini.

-Hepsini mi?

-Evet hepsini

Sahne kaygılıydı…

“Alemmi, tabelanın açık yazan tarafını kapalı yazan tarafa çeviren bu adama kontrolün tamamen geçtiğini fark etti. Silueti gizlenmiş bu gençten korksa da belli etmedi. Hava kararmış, sokaklar boşalmaya başlamıştı…//…Başıma bir hâl gelse Allah korusun, diye düşündü. Yüzü kapalı bu adamın belinde silahı da olmalıydı…//Şeytanın karı boşadığı bu saatte, eli çantalı bu adam, insanın içine korkuyla karışık merak da salıyordu.” (s.20-21)

Bakkal Ali Emmi, veresiye defterindeki borçların tamamını hesap ettikten sonra; gizemli, ürkütücü genç adam masaya koyduğu elindeki içi para dolu siyah çantadan bir deste para alarak masaya bıraktı…

“Nicedir yapmak istediği şeyi yapıyordu. ‘Verdiği bir yumurta, öldürdü dürte dürte” sınıfından insanlar gibi yaptığı her yardımı göze sokmaktan hoşlanmazdı…” Veren eli alan el de görmemeliydi…

Ali Emmi, adamın bıraktığı ikinci desteyi “Bu çok fazla…” diyerek almak istemese de, genç adam: “Yarın dükkâna gelen çocuklara ne isterlerse ver.” Dedikten sonra, kendi bakkal dükkânına geldiğinde yanında “…raşitik, cansız bedeninden iyi beslenemediği belli…” olan, annesine gofret aldıramayan gündelikçi kadının çocuğunu kast ederek sözünü sürdürerek:

-Az önce bir çocuk vardı.

-Hee, Teslime’nin Şükrü…

-Hani uzandığı gofreti anası yerine bıraktırdı. Kimi kimsesi yok mu onların? Çocuğun üstü başı perişan.

-Bizim buralarda ‘Ne umuyon bacından, bacın ölmüş acından’ derler bir kardeşi var emme, onun da durumu malum.

-Bundan sonra o çocuğa ne isterse ver. Bir de güzelce üst baş al. Okula devam etsin, takip et dayı diyerek üç deste para daha bıraktı…”

Başlangıçta çok kaygılansa da, hayranlık duymaya başladığı, “Kendisinin yapamadığını yapıp paranın yerini değiştiren bu adam…” Bakkal Ali Emmi’yi de kendi çocukluğunun o yoksul günlerine götürür: “//…Çocukluğundaki ‘Nereden buldun, kim verdi?’ sorularını hatırladı. Kırk yılın başında yeni bir şey giyse, kim verdi diye soran komşu teyceler, nasıl da sıkarlardı canını…//..Annem aldı dediği zaman garip bir göz süzmeyle dudak bükerlerdi. Sanki annesi alamazmış gibi…//…’Nerden buldun, kim verdi?’ yüreğine batan iki hançerdi. Onurunu kırardı. Bunları düşününce Alemmi’nin yüreği sızladı. Üstü küllenen o çocukluk anıları nereden çıkıp gelmişti? Mahzunlaştı. Adamın sesiyle kendine geldi.

-Çok dikkat etmek gerekir.  Çocuklara hediyelerini dağıtırken güler yüzle dağıt dayı, her birinin ismini söyle, olur mu? Çocuklar asla unutmazlar! İyiliği de kötülüğü de! (s.22)

Ali Emmi’nin, “Borçlarını ödeyeni sordukları zaman, kim diyelim sorusuna ”Bir garip yolcu dersin” yanıtını veren; “Önceki kuşaktan el alırcasına bu zamanda gezinen kasketli adam, yağan karda sessizce ilerledi. Geldiği yer gibi gittiği yerde belli değildi. Ruhunda kopan fırtınaları sakinleştirmenin yolunu arıyordu.”(s.23-24)

 

*TAKAS (S.31-36)

Bir tarla kavgası sonucunda bir yıllık evli olan eşi ölen 83 yaşındaki Ünzile Teyze’nin hüzünlü öyküsü yer alır…

“Sınır kavgası ağız dalaşına, ağız dalaşı vuruşmaya döndü, derken karşıdaki adamlar elindeki kürekle vurdular Ismayıl’a. Ismayıılll yıkıldı galdı. Oracıkta akıttılar ganını. Benim gözümün yaşı kurudu emme, ne çare. Olan oldu bir kere. Şeytan iş başındaydı, yıkıldı evim barkım.” (s.31)

Eşi ölünce altı aylık hamile olarak baba ocağına gidip çalışan, bir daha evlenmez, doğan oğluna da ölen eşinin koymak istese de, babası dedesinin adı olan Ömer’i isminin konulmasını ister. Ömer büyünce de Manavgat’a göç ettiklerinde, “Bubam malı meleli satıp…” oraya gelir. Oğlu Ömer askerlik sonrası Manavgat’ta turistik otellerde çalışmaya başlar “Emme yanında akça pakça bir kızla geldi bir keresinde. Ben Amerika’ya gidiyorum ana, dedi. Evlenip oraya yerleşti…//…Sevdalandı dedim. İyi oldu gitti dedim kendi kendime. Bir kemlik gelir buralarda başına…//…Önce arar sorardı. Sonra seksen yılında darbe oldu. Hökümet sıkıyönetim ilan edince haberi gelmez oldu. Çok gençler mahpus damına düştü. Çok babayiğitler kayboldu gitti o hengâmede…//…Bu sırada bubam rahmetlik oldu. Hakka yürüdü. Kaldık anamla bir başına. Anamla beraber birbirimize yar yaka olduk. Bubamdan kalan mayış ile geçindik gittik. ” (s.33)

Sonrasında, Amerika’da bulunan Ömer’in oğlu çıkıp gelir. Sevinçten bayılır, yüzüne ıslak tülbent koyarlar, kolonya ile bileklerini ovduklarında kendine gelir… “Sevinçten doldum doldum, boşaldım. Ağladım ağladım, güldüm. Hayatımda böyle bir başka günüm olmadı benim. Günlerce acıdan ağladığım günler çok oldu. Emme o gün sadece sevinçten ağladım. Ağlamakla gülmek ne kadar yakındı. Onun için sevinince de ağlıyordu insan.” (s.35)

Yazar, yolda rastladığı; “Rüzgârından yüreğine vuran serinliğinden, / Konuşmanın derinliğinden / Onunla konuşurken yaşadığı, tanıdık huzurundan. / …”  mutlu olduğu Ünzile teyzeye; “Madem Manavgat’ta idin, Toroslar’ın tepesindeki bu yayla köyünde ne işin var? Neden döndün geriye?” diye sorduğunda da şu yanıtı alır: “Alaca armudun dalları önce öte öte gider, emme yıllar geçtikçe kökü daha da derine kök salar. Burası benim yurdum. Bu yaştan sonra nereye gideyim ay yavrım.” (s..36)

*HATIRA DEFTERİNDEKİ FOTOĞRAF (S.37-39)

Ayşe Polat; seksenli yılların hatıratından, nostaljisinde demokrasi kesintisi süreciyle bağlantılı olarak, “…/İşte böyle bir zamanda/Senin fotoğrafın devrim gibi geldi bana/…” gibi etkili bir benzetmeyle yaptığı zaman dilimleri arasındaki geriye sıçramalarından birinde hatıra defterlerini önem olarak güncelleyip; “Bari yaşama savaşında uysaydın kurala. / Sırayı bozmayıp yürüseydin ardım sıra / Bir tek fotoğrafın kaldı elimde. / İnsan hiç yirmisinde ölüme gider mi?” dizeleriyle hüzünlü bir şekilde bitirdiği “Hatıra Defterindeki Fotoğraf” (s.37-39) adlı uzun şiirine şöyle başlar:

Karanlıkta parlayan kutup yıldızıydı

Hatıra defterine çiçek açtıran gülüşün

Seksenli yıllarda kolay değildi öyle 

İçinden geldiği gibi gülmek

Seksen darbesinin çocukları iyi bilir bunu

Dişleri göstermek ayıp, kaşları çatmak moda.

 *AYFER’İN ÖYKÜSÜ (S.41-49)

Köyün aksi bir adamı olan Eğri Hasan’ın öyküsü anlatılır. Annesi, imam olan oğlu Yakup’a, “Bir gün evlenirsen karına el kaldırma” diye söz verdirir. Yanında konuşamadıkları babası, eşinin ehliyet almak için Yakup’un arabasını kullandığını görünce çok kızar. Cinsiyet ayrımcılığı güderek, “eksik etek, yarım akıllı, saçı uzun aklı kısa” (s.43); “Karıyı muhtar etmişler, zemheride keçileri kırkdırmış.” gibi sözlerle kadınları aşağılayan babasının eşine kızdıktan sonra, eşine otomobil kullanmayı devam ettirir. Bir gün ise Eğri Hasan kalp krizi geçirdiğinde başka götürecek kimse olmadığından Ayfer onu hemen Isparta’daki hastaneye götürerek hayatını kurtarır.

“Gülme! Gülümseme Len!” (s.57-60) adlı öyküde sınıf arkadaşı olan arkadaşını yokluğunda duygusal sesli düşünme, sesleniş; “Çiçek Ektim Kesilmiş Yerlerine” de (s.61-64) Recep ile Deli Fethi’nin arkadaşlığı anlatılırken; “İğne atsan yere düşmeyecek” (s.15), “Seni doğuracağıma taş doğursaydım” (s.51) “Evli evine köylü köyüne”, “Kuş uçmaz kervan geçmez bu yerden” (s.25), “İti an ne çomağı hazırla” (s.43), “Ne umuyon bacından, bacın ölmüş acından” “Kasap et derdinde koyun can derdinde” (s.71),  “Yenilen pehlivan güneşe doymaz” (s.52) “Beylik dermekle, ağalık vermekle”, “Veren el alan elden üstündür” (s.66) ve “Her yiğidin harcı değil” (s.80) gibi deyim, atasözü ve düşündürücü halk bilimsel, geleneksel sözelliklerle, isim yanlış ve yanılgıları üzerinden de gidilir.

“Güzel Aldırmazlık” da (S.73-78) binbir güçlükle taşradan öğretmen olan genç kızlarla; Anadolu’nun yitik talihsizliklerine örnek verilebilecek gerçekçi bir yaşam öyküsü vardır… Nesrin, Erzurum Karayazı’da, arkadaşı Meral, Amasya Taşova’da öğretmendirler… Kocası yurt dışında olan Gülbeyaz,  Erzurum Araştırma ve Tıp Fakültesi’ne kaldırılır. “Güzel aldırmazlık” hastalığı teşhisi konduğundan bir süre psikolojik tedavi görür. Öyküsü ise zaman zaman rastlanan eski bir hikâyedir… Gülbeyaz’ın kayınbabası İsa Dayı, hastaneden gelen Nesrin öğretmene durumu sorduğunda Gülbeyaz’ın terapiyle iyileşeceğini söylese de, İsa Dayı: ”Bunun çaresi zor bulunur kızım.” Der. Nesrin Öğretmen, Ramazan’ı çağırırız. Kocası değil mi? Burada yaşarlar.” Dediğinde de sır gibi olan gerçekler ortaya dökülür: ”Ramazan’ın büyüğü Oğuz askerde şehit düşünce altı aylık gebe kaldı. Ramazan’a gel dedik. Gelin ortada kalmasın nikâh kıy. Ramazan, ‘ben elimi sürmem, yengem abimin hatırasıdır,’ dedi. Gelini evine yollamamak için Ramazan’a nikâhı bir şartla kıydık. Şimdi dersen ki Ramazan gelsin, gelmez. Gelse de Gülbeyaz’a ev, yuva olmaz. Onun ailesi orda, Fransa’da. O iş çok zor kızım.” (s.78)

“Vesikalık Fotoğraf” (s.79-91) da Anadolu’nun eğitim serüveninin kıraç koşullarında yeşeren gerçekçilik taşır… Toprak işçisi Yıldız, Emine ve Halil ortaokula kaydolmak için Ali Dayı’nın dolmuşunu kaçırınca Taşağıl’dan Serik’e yaya yola düşerler. Yıldız, anasının verdiği zelepleri Kel Velakin emmiye götürüp, ondan alacağı parayla da fotoğraf çektirir. Yedi yıl sonra Uludağ Üniversitesi’ne başladığında yakalandığı yağmurlu havada Serik’te fotoğraf çektirip, tadını sevip, adını bilmediği ve bu gün de yağmurda sığındığı kitapçıda içtiği aynı salebin çocukken topladıkları o zelep olduğunu da yıllar sonra öğrenirken sırılsıklam eden o yağmur da yağmaktadır yine…   ”Yağmurun hiç acıması yoktu. Minik çiseler, dolu dolu, hoyrat bir sağanağa dönüşmüştü. Kedi gibi sırılsıklam oldu. Gökyüzü griden siyaha doğru renk değiştirirken rüzgâr da sert bir şekilde yağmura eşlik etti. Islanan yapraklar rüzgârın önünde sağa sola uçuşuyordu.” (s.88)

 

*(Ayşe Polat/Öykü/Aynalar Çarşısı/Günce Yayınları/Şubat 2023/94 sayfa)

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor