CURUN

Bizdekini babam bizzat kendi eliyle yapmıştı. Tulumbamızın bir yanına tahtalardan kalıp çakıp içine demirler döşedi. Bir araba kum döktürmüştü zaten. İki veya üç torbayı daha önce getirmişti. Torbalarda “Portland Cement” yazılıydı. İthal üründü tabii. Bir hafta sonu büyük halamın iki oğlu geldi. Harç karıldı. Beton hazırlanıp kalıba döküldü. Tulumbamızın bir yanına bitişik havuzcuk artık emrimizdeydi. Aile büyüklerimizden bu yeni yapının curun olduğunu öğrenmiştim artık.

TULUMBAYI İYİ BAS Kİ, SUYU SOĞUSUN

Bahsettiğim olay 1953 anısıdır. Yanılmam;  o yıl ilkokula başlamıştım çünkü. Avlusunda tulumbası olan şanslı ailelerden sayılıyorduk. Mübarek Adana bu; kaz bir buçuk-iki metre,  suya kavuşursun. Bizimkiler daha niteliklisine erişmek için altı metreye çaktırmışlar tulumbayı. Tulumba kurdurmanın yaygın tarifiydi “çaktırmak”. Sanırsınız altı metrelik boruyu dik tutup yukarıdan balyozla vuraaa vura yere çakmışlar…

Tulumba ne kadar derine inerse, suyu o kadar temiz ve soğuk olur. Hal böyle iken de, yazın o ünlü adana sıcağında serinlemek için içeceğiniz suyu derinliklerden almak önemli. Nasıl olacak bu? Elbette suyu çeken tulumba kolunu defalarca indirip kaldıracaksınız ki, borunun altı metresindeki su çekilsin de yerine soğuk su gelsin.

DÖK CURUNA

İşte, curuna en çok böyle zamanda gerek duyulurdu. Tulumbanın ağzından dökülen su, önündeki havuzcukta birikir ve böylece çevresi hem kuru hem temiz kalır. Babam, yaptığı betonarme curunun bir tarafına, alttan delik açmıştı. Buraya bez tıkalı olduğu sürece su sızmazdı. Fakat tıkaç çıkarıldığında curunun suyu faşşş diye avlumuzun beton yüzeyine ve oradan da oluğa dökülerek bertaraf edilirdi. Hemen ardından da beton yüzeyin birkaç kova temiz suyla yıkanması zorunluydu kuşkusuz.

Bazı evlerde curun olarak yarıdan kesilmiş fıçı kullanılırken, birkaç evde de zamanında romalıların lâhit olarak kullandığını sandığım taş havuzcuklar vardı.

ŞEHİR SUYU

Bizim mahalleye şehir suyu 1950’lerin sonuna doğru geldi. Ondan önce de altı-üstü ve iki yanı beton kanalizasyon şebekesine kavuşmuştuk. Derken, stabilizesi her sonbaharda yenilenen yolumuzda düzenleme yapıldı ve parke taş döşendi. Kaldırımla tanıştık. Adana’nın saadet devrine, yani çok zengin olduğu döneme girmiştik. İncirlik, baraj ve yeni fabrika inşaatları para yağdırırken, pamuk da varsıllığı doruklara taşıyordu.

Hepsi bu değil tabii; İncirlik Üssü ve Baraj Gölü için on binlerce dönüm arazi kamulaştırılmış, memlekete yağmur gibi banknot yağmıştı. Bir de fark ettik ki, ne tulumba kalmış ne de curun. Kanalizasyona bağlantı ve kurnalarla avluların müfredatı değişiverdi. Değişim, kaşla-göz arasında olmuştu sanki.

Bağımızda ise tulumbayı kullanmayı sürdürdük; teee bağcılıktan vaz geçip ağaçları, tevekleri söktürünceye dek. Sonradan da pamuk için yarıcıya veriyordu babam. Yarıcı her yıl tarla gelirinin yarısını teslim ettiğinde babam “Allah bereket versin” deyip anneme tek veya çift çiftçi burması yaptırıyordu.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor