YAZLIK SİNEMAYA GİDERDİK “YAZIK SİNEMAYA” DİYORUZ

Adana’nın her yanında, üstelik adım başı denilebilecek kadar birbirine yakın yazlık sinemalar vardı. Hangi mahallenin hangi sokağında olursanız olunuz, akşamın sekizinden gece yarısına kadar bulunduğunuz her noktada en az iki sinemanın sesini duyabilirdiniz.

Adana için “Sıcak memleket” diyenlere “Yoook canııım, neresi sıcak?” diyecek halimiz yok. Evet sıcak, hem de sımsıcak. Büyüklerimiz, “Bu yaşa geldim, böyle sıcak görmedim” ifadesine sıkı sık başvururdu. Bizzat tanığım, aynı büyüklerimiz önceki yılın yazında da, ondan önceki ve daha önceki yazlarda da aynı iddiada bulunmuş olurlardı.

GÜNDÜZÜN İNSAFI AKŞAMA KALMAZDI

Gündüzleri öyle veya böyle geçirebilirdik. O yıllarda apartman virüsü henüz Adana’ya uğramamıştı. Gündüz topladığı ısıyı akşam geri kusacak bina yoktu yani. Nüfus, şimdikinin on beşte biri kadardı. Her evin mutlaka avlusu, avluda ağacı, döllesi(*) olurdu. Çoğunluğun evi eskiydi. Eski ev, taş olsun, kerpiç olsun, veya bir düzeye kadar taş üstü kerpiç olsun; kalın duvarıyla ısı kontrolü sağlardı. Bu evler yazın kolay kolay ısınmaz, kışın da kolay kolay soğumazdı çünkü.

KARDAN KÂR BİTTİ İMDADA BUZ YETTİ

Eskiden bazı göz açıklar ve bazen de kafadan kaçıklar dağdan toplayıp adamakıllı sıkıştırarak getirdikleri karı şehirde satarmış. Ben sadece bir kez kamyon dolusu karın Kuruköprü’de satıldığına tanık oldum. Biz, “Buz Devri” çocuklarıyız. Her sokakta buz satıcıları olurdu. Buzhaneden gelen kalıp buzlar, alıcının rakamlandırdığı kuruş oranında tahra(**) ile kesilerek teslim edilirdi. Biz, bodice(***) koyduğumuz beş kuruşluk buzla bir öğünü kurtarabiliyorduk. 1950’lerin ortasından itibaren zenginleşen Adana’da pek çok aile vantilâtör kullanmaya başladı. AKP doğmamıştı ama evlere buzdolabı girmeye başlamıştı. Fakat yine de ilk akşamın durgun, ılık ve nemli havası rahatsız edici olurdu.

ADANA’ÇOK RENKLİ YAZ AKŞAMLARINDA

Her kes değil ama, pek çok Adanalı akşam yemeği sonrası görünüşüne şöyle bir çeki-düzen vererek yola düşerdi. Müzikli, tiyatrolu, birinci sınıf garson hizmeti verilen çay bahçeleri gerçekten nezih yerlerdi. Fakat asıl ağırlık yazlık sinemalardaydı. Zaten senaryolar önce Adana’ya gelir,  üstünde bazı değişiklikler yapıldıktan sonra çekilirdi. Bir ara Adana’daki yazlık sinemaların listesini yapmaya çalışmış ve kırkı bulmuştum.

Her zevke, her yaşa, her başa hitap edecek film bulunabilirdi. Polisiye mi? Al sana Eddie Constantine… Dram mı? Buyur Hüseyin Peyda’nın “Gelen ağlar, giden ağlar” filmine. Komedi derseniz, o-hooo, o kadar çok komedyen vardı ki; Cilâlı İbo, İncili Çavuş, Laurel-Hardy ve Şarlo… Meraklısına Türkçe sözlü Hintçe şarkılı film olmaz mı? Olur tabii… Hem de Raj Kapoor ve Nergis’in Avare’si ne güne duruyor. Git; katıla katıla gül, doya doya ağla; öyle bir filim yani. Kovboylar başlı başına merak uyandırırken, Yaban hayvanları tarafından büyütülen ve konuşmayı bilmeyen Tarzan, kız arkadaşı Jane (Ceyn) ve maymunu Çita maceraya doymazlardı.

Yazlık sinema kalmadı. Yazık oldu yazlıklara ve dahi bilumum sinema sektörüne. Televizyona yenildiler. Fakat merak etmeyin, televizyon da telefona yenilmek üzere…

İçinde bulunduğumuz günler var ya, işte bu günler, yazlık sinemalarda izleyici yoğunluğunun başladığı günlerdi.

(*) Dölle: Olgunlaşmamış üzümün, yani koruk dediğimiz meyvenin ekşisi için yetiştirilen ve çok yükseklere tırmanabilen tevek. Ürünü kadar gölgesi de yarar sağlardı.

(**) Tahra: Akkor haline getirilmiş demirin dövülmesiyle yapılan bir tür satır.

(***) Bodiç: Bakır ustasının döverek yaptığı ve kalayla kaplattığı metal sürahi.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor