DÜNYANIN EN NEFİS ÜZÜMÜ “ADANA KARASI” ŞATAFIYDI
Küçük habbeli, az taneli kibar salkımlıydı şataf üzüm. Dünyadaki en nefis, rengi en güzel, görünümü en göz alıcı şataf üzümü Adana Karası olarak bildiğimiz asmalarda olurdu. Bağlarımızın, köylerimizin eeennn birinci üzümüydü Adana Karası. Onlarca, belki yüzlerce tevek arasında çeşnilik iki veya üç tevek Tarsus Beyazı ile bir-iki tevek de kokulu Misket olurdu. Kökü kuruyasıca yadırgı (yabancı) türler henüz bağlarımızı istilâ etmemişti.
ADANA KARASI KARA DEĞİLDİ
Kızıl kahveye çalan elâ renkli olurdu üzümlerimiz. Bazı habbeler (daneler) yeşilimsi de olsa, şiresine diyecek yoktu. Tanrının belâsı ithal türler gelinceye dek bu üzümü seve seve yerdik. Bizim kuşak, asmasından kopararak taze taze üzüm yemenin tadını asla unutmayacaktır.
Kararacak başka koruk kalmadığında teveklerin her yanı salkımlarla dolu olurdu. İşte o zaman, hafta sonunda, yani evin tüm fertleri varken, şırahane denilen ahşap tekne ortaya çıkarılıp bir güzel temizlenir ve içine yığılan üzümler de iki-üç kez sabunlanmış ayaklarla ezilerek suyu kalaylı bakır leğenlere alınırdı. Süzülerek kazana aktarıldıktan sonra kaynatılarak kıvam verildiğinde artık pekmez denilen o muhteşem gıda ortaya çıkmış gibi olurdu. İçine, bağ toprağı veya üzüm toprağı denilen bir cins kil atılıp karıştırılır ve kilin tamamen çökmesi beklenirdi. Toprak, pekmezdeki ufacık parçacıkları bile beraberinde aşağı indirdiğinden, geriye pırıl pırıl ürün kalırdı.
Yeşil sırlı çömleklere doldurulduktan sonra kalan pekmeze bir ölçek un ve bir ölçek nişasta katılıp karıştırılarak azıcık daha pişirilir ve elde edilen kıvamlı maddenin yarısı tepsilere dökülerek soğuyup katılaşması beklenirdi. Katılaştıktan sonra da baklava dilimi kesilip nişastaya bulanır, bez torbalara kış için doldurulurdu; buna kesme derdik. Bazıları köfter veya köftür diyor. Aynı kıvamlı maddeye ceviz dizili ip birkaç kez batırılıp çıkarılarak asıldığında, bandırma, diğer edıyla cevizli sucuk üretilmiş olurdu.
Anlatması çok kolay; fakat yapılırken mutlaka nene, dede, teyze, hala, gibi deneyimli bir bilenin yönlendirmesi önemliydi. Aksi takdirde, maazallah pekmez ekşir, kesme ve bandırma kurtlanabilirdi.
ŞATAF DİİYCEKTİK
Sözcük; süs, bezek, süs malzemesi gibi anlamlar taşır. Şatafat, bunun çoğuludur. Şataf’ın diğer bir anlamı da, zamanından sonra olan meyvedir. İşte, bizim şataf üzüm de, pekmez zamanından sonra teveklerde oluşan küçük salkımlardı. Simsiyah olurdu. Nefasetini anlatmam olanak dışı. Bulup yemeniz gerek. Boşuna aramayın; artık ne Adana Karası üzüm kaldı ne de Adana Karası şataf…
Tablacılar, “Araboğlu üzüüüm… Haydi şataf üzüüüüm!..” diye bağırarak dolaşmaya başladıktan az sonra ürün kapış kapış olur, geriye birkaç dökülmüş habbe kalırdı. Biz yapmadık; ben de yemedim. Fakat büyüklerimiz bazı zenginlerin şataftan pekmez yaptırdıklarını anlatırdı.
Kendi kendime soruyorum, “Biz mi talihliydik yoksa her tevekte dünyalar kadar ürün veren gıcık ithal üzüme mahkûm şimdikiler mi?” Bir yönüyle şimdikiler, pek çok yönüyle de biz talihliydik.