İLK YAYLA SEFERİMİ 68 YIL ÖNCE YAPTIM
Yıl, 1956. Yaz aylarından biri. Yaşım on. Babam “Oğlum yarın dükkân kirasını Namrun’a götüreceksin” dedi. Bir an için sevinç şoku yaşadım. Yayla nedir, nasıl bir yerdir diye hep hayalimi zorlar dururdum. Şöyle de söyleyebilirim; mutluluktan adeta dolunay üzerinde geziniyor gibiydim.
Ertesi sabah bir cebimde tam iki bin Lira (*), diğerinde de yol masrafları olmak üzere deve yükü sayılabilecek parayla yola koyuldum. Babamın ve annemin tekrar tekrar kafama kazıdıkları tembihlere harfiyen uymak üzere kendime söz vermiştim.
İstiklâl Ortaokulu karşısındaki otobüs durağında Tarsus-Mersin otobüsünü durdurdum. Muavin “Paran var mı?” diye sorup olumlu cevabı alınca binmem için merdiven basamağından çekildi.
VESAİT YERİ
Aldığım talimat gereği, Tarsus’ta Makam diye bilinen yere gelip Namrun vesaitinin nereden kalktığını sordum. O yıllarda taşıt sözcüğü yerine vasıta kullanılır, çoğuluna da vesait denilirdi. Tesadüf bu ya, tahta sandalyede oturan şişman, on gündür tıraş olmayı unutmuş, kavruk yüzlü, gri şalvarlı amca “Burası” derken baş parmağı ile arkasındaki daracık ahşap kulübeyi işaret ederken bağırdı: “Yeğenime bilet kes!” Çelimsiz olmasına karşın kulübeye zor sığan gençten biri ikibuçuk Lira karşılığı numaralı ufacık bir kâğıdı elime tutuşturup “Yarım saat sonra kalkacak” dedi.
Yarım saat benim için çoook, ama çok uzun zaman. Bir an evvel yayla yoluna çıkabilme dürtüsüyle içim içimi yiyor. Yine de sabrettim. Bu arada, sepetleriyle, çuvallarıyla birkaç Namrun yolcusu daha birikti. Bana geçmez gibi gelen dakikalar nihayet bitti. Yarım saat doldu ama otobüsten eser yok. Tam da toplandığımız yere bir kamyon gelip durdu. Üstü, çoğu çuval ve den olmak üzere eşya doluydu. Yanımdakiler de eşyalarını kamyon muavinine verip yüklettiler. Olup biteni merakla izlerken şalvarlı amca, “Hadi yeğenim, sen de bin” komutunu verdi. Anladım ki, bizim vasıta otobüs filan değil, yüklü kamyonmuş.
NAMRUN YOLUNDA
Kamyonumuz inildeye inildeye yokuşları tırmanırken yavaşladığında yüzümüze yağan toz da azalıyordu. Kendime, tam da şoför kabinin arkasındaki köşede yer bulduğum için mutluydum. Yepyeni dünyalara doğru gitmekte olmamın verdiği tatlı duyguların kucağındaydım. Ayakta olmaktan hiç rahatsız değildim. Eshab-ı Kehf yolu üzerinden gidiyorduk. Kamyon bir ara durdu. Petrol istasyonuymuş. Mazot pompası elektrikle değil, kolçakla çalışıyordu. Yine şalvarlı, sıska, uzun bir görevli kolçağı çevirdikçe pompanın penceresindeki sayıların hareket etmesini ilgiyle izledim.
VE NAMRUN
Saatler süren kamyon yolculuğuyla zevkten mest olmuşken Namrun’a ulaştık. Kamyondan inerken, dükkân sahibi Süleyman Amcanın yaklaştığını gördüm. Gülerek “Hoş geldin Zeki” dedi. Kardeşim Zeki’nin kirvesiydi. İkimize de Zeki demesine alışkın olduğumdan garipsemedim.
Evleri çarşı denilen merkezdeydi. İki katlı, tahta sofalı büyükçe bir ev. Akşam olurken yemeği sofada, yuvarlak tahta sofrada yedik. Bir süre sonra da aynı yere yataklar serildi. Adana’da kan ter içinde uyumaya çalışırken Namrun’da yorganla yatmak da benim için çok değişik bir deneyimdi.
Adana’ya ertesi gün akşamüzeri döndüğümde annemin endişeyle yoğrulmuş merakı beni karşıladı. Sevinç gözyaşı döktüğünü fark ettim. Sonra da kardeşlerime geziden anılar aktardım; hem de günlerce.
(*): İki bin Lira çok büyük paraydı. Babam kiralamadan önce, Kurtuluş caddesi üzerindeki en büyük lokantaydı. Bizim dükkân da, o dönemlerde kentin en büyük bakkaliyesi olarak iyi iş yapıyordu.