KAP-KACAĞIMIZIN PEK ÇOĞU DÖVME BAKIRDI
Boy boy tencerelerimiz vardı. 5 kardeştik. Anne-baba, etti mi 7 boğaz. Bir tabak da mutlaka babaanneme veriliyor. Arada konu-komşuya da kokudan bir-iki tabak; kısacası her gün on kişiye yetecek yemek yapılırdı evimizde. Tabii buna göre de büyük tencerelerimiz vardı.
Küçükten büyüğe üç tavamız vardı. Biri orta boy, öteki kocaman 2 leğen iç-içe, ardiye dediğimiz iç odadaki duvara yaslanırdı. Küçük kazanımız reçel kaynatılırken kullanılırdı. Bir de, gerçekten çok büyük kazanımız vardı. Yılda bir bulgur kaynatırken işe yarardı ama ayda en az iki-üç kez birileri gelip ya düğün ya da hayır amacıyla alıp gezmeye götürürdü.
İki katlı evimizin alt katındaki duvarlardan birindeki raflarda, küçükten büyüğe, sanırım en az yirmi sahanımız yer almaktaydı. Sahan, şimdiki tabakların yerini tutmaktaydı.
TAMAMI DÖVME BAKIR
Yukarıda yazdıklarımın fazlası var, eksiği yok. Tamamı, bakır levhanın çekiçle dövülmesiyle şekillendirilmiş eşyalardı. Kazanlar, leğenler ve tavalar sadece iç yüzeyinden, diğerleri ise iç ve dış yüzeylerinden kalaylanırdı. Zaten sahan sözcüğü Arapça “Sahhan” sözcüğünden gelir ki, anlamı, “Kalaylanmış” demek. Birkaç porselen tabağımız sadece misafirden misafire işe yarardı. İncecik porselenden çay bardaklarımız da öyle.
Çocukluğumda bakırcıların çok olduğu iki alan vardı diye anımsarım. Biri, Hacıbayram Camiinden başlayıp Siptillinin(*) Kuzeydoğu karşısına kadar sıralanmış bakırcıların bulunduğu kesimdi. İkincisi de Arastada idi. Her iki alanda da kalaycı dükkanları bulunmaktaydı.
KALAYÇİİİYYE!..
Bakır kaplar belli bir süre kullanıldıktan sonra kalay kaplama incele incele yok olmaya yüz tutar ve bakırın kızıllığı göze çarpardı. O yıllarda en antiseptik deterjan bildiğimiz odun külüydü. Islak bezden yumak küle batırılarak kaplara sürüldüğünde hem temizlenir, hem de pırıl pırıl parlardı. Sonradan VİM ve ardından FAY temizlik tozlarıyla tanıştı kaplarımız. Neticede, kül olsun, temizlik tozları olsun, elbette kalayın daha çabuk aşınmasına neden olurdu. İşte o zaman artık o kap “Bakır çalığı” denilen zehirlenmeye yol açabileceği için kullanılmaz ve kalaycıya gönderilirdi.
Bakır bu, öyle hafif malzeme değil. Hele ki tencere ve tavalar oldukça kalın levhalardan yapılırdı. Bunları sırtlayıp kalaycıya götürmek pek kolay değildi elbette. Gerçi bir başka çözüm daha vardı; seyyar kalaycılar.
Bizim sokaktan geçen kalaycı “Kalaaayçiiiyye!..” diye bağırırdı. Çağrıldığında, o zaman evlerimizin etrafında çok olan toprak boşlukta uzunca çukur kazıp mekanik yelpazesini yerleştirir ve hava borusunun ucunda da kömür yakardı. Kaplar ısıtılmadan kalay yapılamazdı çünkü.
Hızlı hareketlerle döndür döndüre ısıtılan kaba önce nişadır(**) tozu serpilir, ardından bakır çubuk sürülür ve irice bir pamuk yumağıyla sıcağı görünce ergiyen kalay birkaç kez yüzeye dağıtılarak bakırın her yanı kaplanmış olurdu.
Nedeni hakkında bilgim yok; bizim kaplar kalaycıdan geldiği gibi asla kullanılmaz, en önce bol kepekle bir güzel ovula ovula kullanıma hazırlanırdı.
Aklıma geldi, tencereler kullanılmadan önce dış duvarları çamurla sıvanırdı. Sanırım bunun iki yararı vardı; birincisi, belki fırın etkisi verebilmek için olabilirdi. İkincisi de, tek yakacaklarımız olan odun veya kömürle oluşacak isin su ile çabucak temizlenebilmesiydi elbette. Dünyanın en lezzetli mahlutası da ancak kalın ve çamurla sıvanmış tencereyle elde edilebilirdi bana sorarsanız.
(*) SİPTİLLİ: Sebze Pazarının adıydı. Bana göre, sözcük, Arapça “Sebit” yani “Yedi” sözcüğünden türetilerek başlangıçta “Sebitli” iken Siptilliye dönüşmüş. 1900’lerin başına dek haftanın sadece Salı günleri Pazar kurulurdu. Sabuncu Camiinin Batısındaki Gilodolar Fabrikasının çıkışında işçilere satış umuduyla haftanın yedi gün tezgâhlar kuruldu. Siptillinin ilk yeri burasıydı.
(**) NİŞADIR: Amonyum klorür denilen kimyasal bileşik. Gübrede, pil yapımında, lehim ve kalay işinde, tekstilde ve daha bir çok alanda kullanılır.