KAMIŞ ATIŞILIRDI

Sokaklarımızdan “Balcan, banadura, sova, biber, ye-şil-liiik” diye bağırıp tekerlekli dükkanını iterek ekmek kovalayan sebzeciler, kaynamış nohutçu, düdüklü-horuzlu-şuruplu şekerci, eski pantol, eski çeket, eski miltan alıcıları, sülükçü, yayla sakızcı, falan geçerdi… Dokuzyüzelli’li yıllardan bahsediyorum.
Senenin tam bu günlerinde, sokakların belli bazı duvarları mor-yeşil bir manzara ile hem renklenir, hem de hareketlenirdi. Şeker kamışı dizilirdi penceresi olmayan bazı duvarlara. Satıcı, yanında çok keskin, ele oturan en az iki bıçak bulundururdu. Zira atışmak, dengeye getirilerek dikilmiş kamış yere düşmeden kaç kez doğranabileceğine dayanırdı. Kolay değildi; düzgün kamış seçilecek, el düzeyindeki bir boğumun dibinde iki santim kadar kabuk şerit açılıp tam buraya oturtulan bıçakla dengelenecek ve nihayet yıldırım hızıyla, düşmeden önce doğranacak…
İddiacı, kamışlardan birini karşısındakine göstererek “Kaç atarsın?” diye sorup, misal, “Üç” cevabı aldığında, ya uzatıp “Al at!..” der, ya da, “Benden dört” diyerek bıçağı eline alırdı. Arttırmanın uzadığı, “İki kelle, üç kamış” ya da “İki kelle, üç kamış bir tık” gibi yukarı çekildiği çok olurdu. Kelle, kamışın üst tarafında, pırasayı andıran yapraklar demetine denilirdi. Dış yapraklar kısmen soyulur ve yumuşak kısım bırakılırdı. Kelle iddiaya girmişse öncelikle bu kısım doğranır, sonrasında sert olan gövdeye saldırılırdı. Tık ise, kamışın kesilmesi yerine bıçağın birazcık gövdeye girişi demekti.
Bıçağı alan iddiasını tutturabilirse, doğradığı parçalara sahiplenir, parayı karşı taraf öderdi. Yok, tutturamazsa, bu defa kamışı karşı taraf sahiplenir, parayı beriki öderdi. Satıcılar en çok atışanlar sayesinde para kazanırdı. İddialardan biri de “Cızzıktan” kesebilmeyi öne sürerek yapılırdı. Diyelim ki, atışmacılardan biri “Üç kelle, iki kamış” dedi. Karşıdaki kamışı alır, aşağıya doğru bir yerini bıçakla birkaç santim aşağıya, iki santim kadar pay bırakıp bir de yukarıya sıyırır ve vuruşlardan birini bu iki santimlik yerden yapacağını ifade etmiş olurdu. Sıyrılan yerler beyazlandığı için iki şerit arsındaki mor segment “Cızzık” sayılırdı. Böyle iddialarda her iki tarafın çizgiyi daraltarak ihaleyi sürdürme hakkı vardı. Çizgi, milimlerle ölçülecek kadar küçülürdü. Bütün bunların üstüne bir de “Bir dönüp, iki kelle üç kamış, bir tık” da denilebilirdi ki, bu da, atıcının kamışı dengeledikten sonra kendi ekseninde dönerek bıçağı sallaması demekti.
Kamış yenmez, somurulur. İki-üç santimlik silindirler ayrıca ikiye, dörde yarılarak rahat çiğnenmesi sağlanır. Çiğnedikçe şekerli suyu emilir ve kalan posa çıkarılıp atılır.
1960’ların ortalarına dek çok yetiştirilirdi. 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi olmasaydı, ekim alanları kat be kat artacaktı. Çünkü bu bitkinin suyundan şeker, liflerinden de selüloz-kağıt üretilecekti. Yeri hazırdı. Askeri Yönetim bu projeyi iptal etti. Halbuki, Adana, yüzlerce yıl öncesinde kamışı taş değirmenlerde ezerek yaptığı şekeri ihraç eden bir şehirdi.
Bizim, mevsiminde her gün birkaç kez rastladığımız o kamışları günümüz gençleri tanımıyor bile… Yazık be!.. Ağzımızın tadı da kaçtı.