BİR GECE ANSIZIN GELİVERDİLER…

1970-1980 yılları boyunca bir türlü önlenemeyen ve 12 Kasım 1971 muhtırasına ve sıkıyönetim uygulamasına karşın her geçen gün hızını artıran anarşik olaylar sonunda 12 Eylül 1980 gece yarısı Türk Silahlı Kuvvetleri emir komuta zinciri içerisinde ülke yönetimine el koydu.

11 Eylül 1980 akşamı Adana’da Cemalpaşa semtindeki Küreci lokantasında birkaç arkadaşımla buluşup yemek yemiş, gece saat 02.00’ye doğru evime gitmek üzere lokantadan ayrılmıştım.  Eve dönerken, eski ünlü kalecilerden, şimdinin gazeteci ve televizyoncusu Erden Arat’ı da evine bırakmak üzere arabama aldım.  Demiryolu üzerindeki Gülek köprüsüne yaklaştığımızda yolu kesmiş olan askerler bizi durdurup aşağı inmemizi istediler.

Ben askerlerin direktiflerine uyarken, Erden Arat CHP il sekreteri olduğunu söyleyip üstünün aranmasına itiraz etti. Benim ikazım ve askerlerin ısrarı sonucunda Arat üzerinin aranmasına rıza gösterdi ama askerlere ertesi gün onları Sıkıyönetim Komutanına şikayet edeceğini belirtti.

Eve gelip yatağa uzandım ama bir türlü uyuyamadım.  Yataktan kalkıp balkona çıktığımda, Atatürk Bulvarında yol alan bir askeri pikabın üzerine yerleştirilmiş hoparlörlerden Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ülke yönetimine el koyduğu, ikinci bir emre kadar kimsenin dışarı çıkmaması yönünde anons yapılmakta olduğunu fark ettim.

Hemen radyoyu açtım, radyoda Hasan Mutlucan tok sesiyle Çanakkale Destanı türküsünü söylüyor, türkü bitince marşlar çalınıyordu.  Kısa süre sonra bir askeri araçla bir manga asker evimin karşısındaki Ekmekçiler Apartmanına çıkmış, üçüncü katta bulunan Çukurova Radyosu binasına girmeye çalışıyordu.  Radyoevinde kimseyi bulamayan askerler apartmanın çatı katında oturan bina sahibi Doğan Ekmekçi’yi uyandırıp yanlarına alarak radyoevi  müdürünün evini bulmaya gittiler.  Yarım saat sonra radyoevi Müdürü askeri araçla geldi ve askerleri içeriye aldı.   Artık uyunacak zaman değildi.  Eşimi uyandırdım ve radyoda biraz sonra yayınlanmaya başlayan darbe bildirilerini dinleyerek darbeyi kimlerin yaptığını ve amaçlarının olduğunu  anlamaya çalıştım.

Gün içerisinde yayınlanan bildirilerden TBMM’nin feshedildiği, başbakan Süleyman Demirel ve CHP lideri Bülent Ecevit’in gözlem altına alındığı, MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş ile MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın arandığı bildiriliyordu. Öğleyin evden ayrılarak Cemalpaşa semtindeki Küreci’nin kahvehanesine gittim.  Birçok öğretmen ve aydın toplanmış darbeyi ordunun hangi kanadının yaptığı ve amaçlarının ne olduğu hususunda tartışıyordu.  İzleyen birkaç gün içerisinde ülkedeki siyasi liderler ve sendikacılar gözaltına alındı, siyasi parti liderleri ve eşleri bir askeri üste zorunlu ikamete mecbur edildiler.  TSK’nın ülke yönetimine el koymasını izleyen birkaç ay içinde anarşik olaylar hızla azaldı, eylemci öğrencilerin büyük çoğunluğu ile çok sayıda aydın tutuklandı, idam kararları verilip uygulanmaya başladı ve ülkede görece bir asayiş sağlandı.

12 Eylül darbesi yapıldığında, Adana İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Başkan Yardımcısı ve  Ekonomi Fakültesi Dekanı olarak görev yapıyordum.  Darbeden kısa bir süre sonra, 24 Aralık 1980 Çarşamba günü sabaha karşı saat 05.00 sularında evimizin kapı zilinin sürekli çalınması üzerine uyanıp kapıya giderek zili çalanın kim olduğunu sorduğumda, dışarıdan tok bir ses Sıkıyönetimden geldiklerini belirterek kapıyı açmamı istedi.  Kapıyı açmamla birlikte, bir yüzbaşı başkanlığında çok sayıda asker ellerinde silahlarıyla içeriye daldılar ve kütüphanemden başlayarak bütün evi aramaya koyuldular.

Gürültü üzerine 11 ve 9 yaşındaki oğullarım Safa ve Gürkan uyandılar. En küçük oğlum Berket henüz 9 aylık bir bebekti. Askerlerin önüne düşerek bütün odaları aramalarına yardımcı oldum.  Hoyrat bir şekilde yapılan arama sonuçlandıktan sonra, giyinmemi ve kendileriyle gelmemi bildirdiler. Eşime ve çocuklarıma endişelenecek bir şey olmadığını, bir kaç saat sonra eve geri döneceğimi, şimdilik kimseye haber vermemelerini, ancak geri dönmemin gecikmesi halinde fakülte sekreterimiz Halil Keçeli’ye durumu bildirmelerini söyleyerek askerlerle birlikte evden ayrıldım.

Aşağıya indik ve apartman önünde bekleyen askeri bir minibüse bindik.  Minibüse bindiğimde, Akademi öğretim üyelerinden Doç Dr. Sabahattin Değirmenci’nin iki askerin arasında oturmakta olduğunu gördüm.

Ne olduğunu sorduğumda, 40 dakika önce gelen askerlerin evini aradıktan sonra kendisini minibüse bindirip benim evimin önüne getirdiklerini söyledi.  Böylece, askerlerin yalnız beni almadığımı, durumun düşündüğümden daha ciddi olduğunu anladım.

Çok üzgün ve paniklemiş durumda gördüğüm Değirmenci’ye endişelenmemesini, kısa süre sonra serbest bırakılacağımızı, üniversitelerin özerk olduğunu, ayrıca yasa dışı hiç bir eylemimizin bulunmadığını belirterek onu teselli etmeye çalıştım.  Az sonra minibüs hareket etti ve kısa bir yolculuktan sonra Akademiye bağlı Mühendislik Fakültesi Müdür Yardımcısı Ahmet Asena’nın evinin önüne gelip durdu.

Birkaç asker bizimle kaldı, komutan ile diğer askerler eve girip bir süre kaldıktan sonra geri döndüler.  Ahmet Asena’yı evde bulamamışlardı.  Nereye götürüldüğümüz açıklanmadığı için bir bilinmeze doğru yola çıktık.

Gün yeni ağarmaya başlamıştı.  Minibüs Adana-Ceyhan karayolu üzerinde bulunan Polis Kolejinin avlusuna girdikten sonra durdu. Bize araçtan inmemizi bildirdiler.  Araçtan indik ve elleri silahlı askerlerin arasında Polis Kolejinin kuzey bölümünde yer alan beş katlı binanın zemin katındaki bir odaya sokulduk.  Hiç konuşulmadan geçen bir kaç dakikadan sonra odada bulunan iki sivil polisten biri önüme, diğeri arkama geçerek beni odadan çıkardılar ve binanın en üst katı olan beşinci kattaki bir daireye getirdiler.  Merdivenin hemen başındaki daire 1+1 şeklinde bir yatak odası ile bir salonu bulunan bir mekandı. Polisler bir ihtiyacım olursa kapıya vurmamı bildirdikten sonra odadan çıkıp kapıyı üzerime kilitlediler.

Yatak odasında tek kişilik iki yatak, salonda ise bir masa ile iki sandalye ve bir elbise dolabından başka hiç bir şey yoktu.  Binanın bu katının bekar olan üst düzey emniyet görevlilerinin yatakhanesi olduğunu ve bizim getirilmemizden bir gün önce boşaltılarak bizler için hazırlandığını sonradan öğrenecektim.  İlk işim pencereye çıkıp dışarıya bakmak oldu.

Pencereden baktığımda, büyük bir avlunun kuzeyindeki beş katlı bir binada bulunan odamın karşısında iki katlı bir bina bulunduğunu, avluda sivil ve resmi giysili pek çok polis olduğunu, karşıdaki binanın arkasından da Adana’yı Gaziantep’e bağlayan E-5 karayolunun geçtiğini gördüm.  Zaman zaman bazı askeri araçlar avluya giriyor, sivil giyimli birkaç kişiyi bıraktıktan sonra ayrılıyordu.

Sandalyenin birini pencerenin önüne çekip oturdum ve Polis Okulunun bahçesini izlemeye başladım.  Saatler geçiyor, kimse odama gelmiyor, kimliğimi sormuyor, neden buraya getirildiğimi açıklamıyordu.  Ilk kez endişelenmeye başlamıştım.  Olayın nedeni üzerine kafa yoruyordum ama bir sonuca ulaşamıyordum.  Bir gün önce Akademi Profesörler Kurulu toplantısında Akademi Başkanı Prof. Dr. Mükremin Altıntaş ile yaptığım tartışma aklıma geldi.  Ekonomi Fakültesine asistan almak için açtığımız sınavı kazanan biri kadın, ikisi erkek üç adayın atamalarının yapılmasını önerdiğimde Akademi Başkanı karşı çıkmış ve aramızda çok şiddetli bir tartışma geçmişti.

Tartışmanın büyümesi üzerine Başkan toplantıyı yarıda kesmiş, sinirli bir şekilde salondan ayrılmıştık.  Son aylarda Başkan ve yandaşları ile dekanı bulunduğum Ekonomi Fakültesi hocaları arasında bir gerilim süregelmekteydi.  Dolayısıyla, Başkanın işi ileri götürüp benden kurtulmak için Sıkıyönetime şikayet etmiş olabileceğinden şüphelenmeye başladım.

Ayrıca, yine bir önceki gün akşam üstü Tüm Öğretim Üyeleri ve Yardımcıları Derneği (TÜMÖD) Başkanı sıfatıyla bir basın toplantısı yapmış ve darbeyi yapanların o tarihe kadarki uygulamalarına baktığımda, iddia ettiklerinin aksine Atatürkçü olmadıklarını, aksine faşist bir cunta olduklarını iddia etmiştim.

Saat onbir sularında Adana tarafından alarm lambaları yanıp sönerek hızla gelen bir askeri jeep avluya girdi. Araçtan önce 4 asker indi, ardından elinde evrak çantası ile Akademi Başkanı Prof. Dr. Mükremin Altıntaş arabadan atladı, şaşırmış bir şekilde çevreye bakıyor ve nereye getirildiğini anlamaya çalışıyordu.  Hareketlerinden kendi isteğiyle gelmediği, kapalı araç içinde getirildiği için de nerede olduğunu bilmediği açıkça belli oluyordu.

İşte o an durumun gerçekten çok ciddi ve büyük boyutlu olduğunu kavramaya başladım.  Bilgi alabilmek umuduyla kapıyı tıklattım.  Kapı açıldığında, beni odaya kapatan iki sivil polisin kapı önünde nöbet tuttuğunu gördüm.  Neden getirildiğimi, kilitli bir odaya niçin kapatıldığımı, Sabahattin Değirmenci’nin nerede olduğunu sordum ve  amirleriyle görüşüp bilgi almak istediğimi söyledim.  Polisler hiç ses  çıkarmadılar, sadece  elleriyle sus ve bekle işareti yaptılar. Ardından, dışarıya çıkıp kapıyı tekrar üzerime kilitlediler.  Bu tavır karşısında merak ve endişem had safhaya ulaşmıştı.

Birkaç saat sonra kapı açıldı ve nöbetçi polislerin önünde Mühendislik Fakültesi sekreteri Mehmet Akça odaya girdi.  Polisler kendisini odaya bırakıp kapıyı üstümüze yeniden kilitlediler.  Hayretle bakışarak birbirimizden bilgi almaya çalıştık.  Askerler o sabah onu fakülteden alıp hiç bir açıklama yapmadan Polis Kolejine getirmişler. Zemin kattaki bir odaya alındığında Mühendislik Fakültesi Dekanı Doç.Dr. Agah Adak ile Dekan Yardımcısı Doç.Dr. Güneş Arıkdal’ın

da orada olduğunu, fakat onlarla hiç konuşturulmadan yukarıya benim bulunduğum odaya getirildiğini söyledi.

Durumun ciddiyeti ve esrarı gittikçe artıyordu.  Kapıda nöbet tutan polisler saat 13.00 sularında  polis karavanasından öğle yemeği getirdiler ama bizde yemek yiyecek hal mi kalmıştı ki?  Bir ilgili çıkıp açıklamada bulunsa, neden gözaltına alındığımızı bildirse rahatlayacaktım çünkü verilemeyecek hiç bir hesabım yoktu.  Öğleden sonra pencereden dışarıya bakarken, fakülte sekreterim Halil Keçeli’nin avluya girdiğini ve bulunduğumuz binaya doğru yürüdüğünü gördüm, hemen seslenerek beni görmesini sağladım.

Halil Keçeli binada bir süre kaldıktan sonra dışarı çıktı ve çaresiz bir şekilde kollarını açıp bana bakarak uzaklaştı.  Artık durumumuz ve yerimiz öğrenildiğine göre bizim için bir uğraş veriliyor olmalıydı.  Umut ve endişe ile karışık duygular içinde gün sonra ermiş ve bize hala hiç bir bilgi verilmemişti.  Çaresiz ve karışık duygular içinde, elbiselerimizi çıkarmadan yataklara uzanıp uyumaya çalıştık ama ne mümkün. (Devam edecek)

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor