31 Mart’a nasıl bir tabloda gidiyoruz?

Türkiye’de 31 Mart 2019’a doğru uzanan bir seçim atmosferini yaşıyor.. Yerel Seçimlerin heyecanı toplumu oluşturan vatandaşın öncelikli gündemi olurken, içinde yaşadığımız gerçeklerle bir türlü hesaplaşamıyoruz.

Halkın gündemi, yerel eçim gündemi ile çakışınca sade vatandaş ile siyasetçinin yaşama bakışı da birbirine karıştı..

Gerçekler ile hayaller arasında bocalayan bir toplum yapısına büründük..

Peki, şöyle bir düşünüp, içinde bulunduğumuz durumu gözden geçirelim.. 31 Mart’a nasıl bir tabloda gidiyoruz, ona bakalım..

xxx

Her kesimde, toplumun her biriminde ; Geçim sıkıntısı artıyor..

Mutlu insanlar topluluğu diye adlandırılacak, “Bu insanlar yaşamlarında mutlulukla buluşuyor” diyeceğimiz bir kesim yok denecek kadar azaldı..

Mutluluk, sadece göreceli bir kelime olmaktan öteye gitmiyor, gidemiyor..

Evinin geçimine para ayıramayan, mutfağına etini, sebzesini, meyvesini istediği kadar alamayan bir kitle var kentlerin her yerinde..

Yeterli şekilde beslenemiyor, çocuklarımızı gerektiği ve olması beklenilen gıdalarla besliyemiyoruz..

Giyimine kuşamına gerektiği kadar özen gösteremeyen kitleler oluştu.. Ne kendimizi, ne çocuklarımızı arzuladığımız, hedeflediğimiz, olması gereken şekilde giydiremiyoruz..

xxx

Ekonomi kriz geçiriyoruz..

Krizi hissediyor, krizden etkileniyor, ama krizden çıkış için neler yapılması gerekir bilmiyoruz..

Ekonomik krizin neden kaynaklandığını “çocuklara anlatılan masallar” gibi dinliyor, anlatılanlara inanmak çaresizliği içerisinde kaderimize razı oluyoruz..

xxx

Zengininden fakirine, halkın her kesimi pahalılıktan dert yanıyor..

Marketlerde her gün biraz daha artan fiyatları görüyor, çaresizliğimize kahrediyor, pahalılığı benimsiyor, kabulleniyoruz..

Pazarlarda dolmayan filelerle eve dönüyoruz..

Daha bir yıl öncesi kilosu 1 lira civarında olduğunda, kendi kendimize feryat ettiğimiz, tezgahları başındaki satıcılarla münakaşa ettiğimiz günlerle, bu günleri kıyaslıyoruz..

Kilosu bir lira iken “pahalı ama gerekli” diye burun kıvırarak aldığımız soğanı, patatesi 5 liraya çıkınca, “mecburen, sesimizi çıkarmadan” almak zorunda kalıyoruz..

Daha 7-8 ay öncesinde 2 liralık etiketleri görünce, “Bu kadar da pahalı olmaz ki” dediğimiz ama kilolarca aldığımız domatesi şimdi 7-8 liraya çıkmış durumda iken, elimiz titreye titreye almak zorunda kalıyoruz..

Pahalılığı kabulleniyor, bunun nedenlerini sormuyor, soramıyoruz..

xxx

“İşsiz sayısı artıyor” diye istatistik rakamları haberlerde izliyoruz.. Kendi etrafımızda çığ gibi artan işsizliğe karşı, “çaresizlik girdabında kalmışçasına” duyarsız kalıyoruz..

Çevremizdeki, yanı başımızdaki, her gün, her yerde, her ortamda karşılaştığımız işsizlerin, yaşadıkları sıkıntıya ortak olamıyoruz..

Onların çaresizliğini, sıkıntıları paylaşmıyor, paylaşamıyoruz..

xxx

Gençlerimiz iş bulamıyor.

Toplumun her kesiminde işsizliğin acısını, sadece onu yaşayanın çektiği bir ortamın içinde, “bencilliğimizle” baş başa kalıyoruz.

Çalışan, evine ekmek götürebilen bir avuç mutlu vatandaşa imreniyor, ekonomik krizden etkilenenleri görmüyor, göremiyoruz..

xxx

Fabrika kapanıyor. Üreten toplum olmaktan çıkışımıza, tüketen toplum olmaya dönüşümüze, “kadercilik”le yaklaşıyoruz..

Sorgulamıyor, sorgulayanlara iyi gözle bakmıyoruz..

Yoksulluk ile zenginlik arasında giderek açılan makası görüyor, hayatın normal akışı olarak değerlendiriyoruz..

Kimin nasıl zenginleştiğini, kimin neden fakirler kervanına katıldığını az çok tahmin ediyor, biliyor, kadercilik olarak nitelendiriyoruz..

xxx

Televizyonlarda, gazetelerde yönetenlerimizin “ekonomik ve sisasal durumumuz çok iyi” diye adeta dalga geçişlerini izliyoruz..

Evimize aldığımız ekmeğin küçülmesine tepki veriyor, pazarda artan fiyatlara isyan ediyor ama kabulleniyoruz..

Daha 12-13 yaşına bile gelmemiş çocuklarımıza bile akıllı telefon almayı bir mecburiyet gibi görüyoruz..

Akıllı telefonsuz yaşanamayacağı gerçeği içinde bunalıyor, daha ucuzunu almak yerine, daha pahalısını almayı bir marifet sayan bir toplum psikolojisi içinde bocalayıp duruyoruz..

xxx

Artık varlıklarını kabullendiğimiz, Suriyeliler de var..

Bizim gençlerimize nüfus planlaması telkinleri yapıyor, “Doyurabileceğiniz, büyütebileceğiniz, yarınlara mutlu ve sağlıklı ortamlarda yetiştireceğiniz kadar çocuk yapın” diye telkinlerde bulunurken, “Nüfusları her gün giderek artan, çocuk doğurma konusunda hiçbir önlem alınmayan, telkinde bulunulamayan” komşu ülkenin mağdur(!) vatandaşlarına devletin tanıdığı ayrıcalıkları, boynumuzu bükerek izliyor, kabulleniyoruz!..

xxx

31Mart seçimlerine işte bu görüntülerle gidiyoruz..

Pahalılık.. İşsizlik.. Yoksulluk..

Pahalılık önlenir, üretim artar, sıkı politikalar izlenir, azalır..

İşsizliğin de önüne geçilir.. Yeni fabrikalar açılır, yeni iş sahaları oluşturulur.. Nitelikli insanlar yetiştirilir.. İşverenlere vergi, sigorta, teşvikler sunulur, işsiz insanlara iş sağlanır.. “İşsizlik böyle azalır” diye formüller buluyoruz..

“Yoksulluk bir hayat gerçeği.. Çalışan, hak eden kazanıyor” diyoruz, yoksul kalmaktaki suçu kendimizde arıyoruz.. Yoksul kalmayı kabullenen, onu bilerek yaşayan bir topluma dönüşüyoruz..

xxx

Ama tüm bunlara rağmen, 31 Mart’a gidiyoruz..

Daha çok borçlanıyor, daha çok tüketiyor, daha çok israf ediyoruz..

Nereye gidiyoruz, yarınlarımızda neler yapacağız?

Bu borç ve tüketim ekonomisinden nasıl kurtulacağız?

Bunun cevabını alacağımız, buna yanıt verebilecek bir siyasetçi arıyoruz..

Sonra da, dilimize takılıyor bir eski Orhan Gencebay şarkısı:

“Bir teselli ver” diyoruz..

“Yarattığın mecnuna bir teselli ver”

Bu şarkı sözleri ne güzel anlatmış..

“Sevenin derdinden, sevenler anlar” demiş..

Sizin derdinizden kim anlayacak?

Sizin derdinizi kim paylaşacak, kim sizin yüreğinizin sızısını, yüreğinde hissedecek?

O cevabı bulan varsa, beri gelsin..

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor