ARTIK “SAAT KAÇ?” BİTTİ “TELEFON KAÇ?” ZAMANI

Yakın bir geçmişe dek insanlar gün içindeki zamanı saate bakarak belirlerdi. “Saat kaç?” sorusu da, bundan dolayı icat edilmişti besbelli. Kol saati, cep saati, duvar saati, rakkaslı saat, pilli saat, kent meydanı saati, saat kulesi gibi araç ve tesisler bu alanda en sadık yardımcılarımızdı.

“Her saat” dersem gerçek dışı olabilir, belki de her dakika birkaç adım ileri giden teknoloji nedeniyle artık zamanı saatlerden değil, telefondan öğreniyoruz. En azından yedi-sekiz yıldır ben de saat taşımıyorum. Öğünmek gibi olmasın, inececik, çok güzel bir Omega saatim var, ama telefon dururken saate bakmak neredeyse utanç verici sayılır  endişesiyle, taşımıyorum. Anlaşılan, eskiden zaman için kullandığımız saatler artık, özellikle kadınlar için, takı niteliğine bürünmüş. Saati olanlar da, vakti telefona bakarak öğreniyor.

Bir süredir yakın çevremdekilere “Saatin kaç?”yerine “telefonun kaç?” sorusunu yöneltiyorum. Bana öyle geliyor ki, doğrusunu yapıyorum. Çünkü, saati ancak saate bakarak söylerken, şimdi telefona bakarak söylüyor herkes.  Yani, şöyle olabilir:

  • Telefon kaç oldu?
  • Telefoooon (Uzatmanın nedeni telefonu cepten ya da çantadan çıkarmak zaman aldığı içindir) on beşi sekiz geçiyor.

Ya da:

  • Sence Ankara’ya kaç telefonda gidilir?
  • Otobüsle yedi telefon, özel araçla beş telefonda rahat rahat ulaşırsın.

Veya, ilkokulda öğretmen soruyor:

  • Söyle bakim Veysi, bir telefon kaç dakika eder?
  • Bir telefon altmış dakikadır öğretmenim. Ayrıca bir gün yirmi dört telefondur…

Olmaz, olmaz demeyin; eskiden metre, santim, mil falan mı vardı? Yoktu.

Kadem, kulaç, arşın gibi uzunluk ölçüleri kullanılırdı. Gram, kilo, ton da yoktu. Ağırlıklar dirhemle, miskalle, okka ve batmanla belirlenirdi. Bunlar nasıl değiştiyse, zamanla bir de bakmışız ki, saat de unutulmuş.

BÜYÜKSAAT BİZE YETERLİ GELİRDİ

Ortaokulda saatim vardı ama ben okul saatini lise ortalarına, yani bin dokuzyüz altmışların ortalarına kadar Büyük saatin çanından öğrenirdim. Her saat başı, saat kaç ise o kadar vurur, buçukları da “trık” şeklinde bir sesle belirlerdi. Bugün için şaşırtıcı gelebilir ama bahsettiğim dönemlerde Büyüksaatin  çanı Adana’nın her yanından rahatça duyulabilirdi. Motorlu araç sayısı pek azdı. Orada burada gürültü çıkaran üretim tesisleri yoktu. Sesi perdeleyip kentin canına okuyacak tek bir apartman bile inşa edilmemişti. Adana zaten bu kadar büyük değildi; Kuzeyde tren hattı, Güneyde Kocavezirle; Doğuda Cumhuriyet Mahallesi, Batıda Erkek Lisesiyle sınırlanmış sayılabilirdi.

İNGİLTERE’YE GİDERKEN YELEKLİ TAKIM GİYERDİM

İşim gereği, İngiltere’deki muhataplarım belli düzeyin üstünde kişilerdi. Baktım, çoğu yelekli. Saatleri de yelek cebinde. Bir, iki; düşündüm, böyle olmayacak. Kayınbaba’dan kalma “Şimendiferli” Zenit marka cep saatine bakım yaptırdım. Sonraki seferlerde yelekli takım giymemin nedeni, zincirli bu saati kullanabilmek içindi.

Yazarken bakmıştım; bu son satırı bitirdiğimde sadece yarım telefon, yani otuz dakika geçmiş.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor