NE KADAR DA ÇOK “YILANCI” OLURDU

Mahallemizden Refik Abi’yi hep bisiklet üstünde görürdüm. Afsunluymuş. Yaşım ya beş, ya altı. Afsun, benim için Şambayadı gibi, Tarsus gibi, Ankara gibi bir yerdi. Komşularımız arasında Tarsuslu gelin ve Ankaralı kiracı, Alasonyalı Muhacir vardı. Refik abi de herhalde Afsun denilen şehirden gelmiş olmalıydı ki, ona da Afsunlu diyorlardı.

Akşamın geç saatlerde geldiği mevsimdi. Küçük Halamların evinde yılan olduğunu duyduk. Eve giremiyorlarmış. O yıllarda akrabaların evi birbirinden pek uzak değildi. Koşarak iki dakikada ulaştım. Avlu kalabalık. İki katlı kerpiç evin üst katında, orta direk görevi yapan kalın katran dikme üstünde, birbirine sarılmış iki yılanı güçlükle seçebildim.

Meraklılardan biri sürekli aynı şeyi söylediği için belleğime kazınmış: Gedib alırdım amma, erkeğnen dişi iş dutmuşlar, şindi tehlikeli olular; yoğsa ne var, kellesinden duttuğum gibi yallaaah!.. Yılanın iş tutması nasıldır diye zor güç bakmaya çalışıyorum ama, bir iş yaptıklarını göremiyorum. İşin ne olduğunu ortaokul son sınıfta falan kavrayabilmiştim.

Bu arada “Refik” adı sık sık tekrarlanıyordu. Çağrılmıştı. Refik Afsunlu olduğu için yılanlardan korkmaz, alıp götürebilirdi. Hayal makinem çalıştı; demekki Afsun şehrinde yaşayanlar yılanlarla anlaşabiliyorlardı. Uzun sayılabilecek bir aradan sonra Refik Abi geldi. Bisikletini, daha doğrusu o yıllardaki yaygın adıyla tekerini dut ağacına yaslayıp geçmesi için koridor açan kalabalığın arasından üst kata çıktı. Yaş küçük, boy ufak, kalabalık heyecanlı, nasıl yaptığını göremedim ama çıktıktan kısa bir süre sonra yılanları koluna dolamış olarak indi. Hayret dolu bakışlar arasında bisikletine atlayıp uzaklaştı.

O gün, Afsun’un yer ismi değil de büyü, sihir, muska gibi kavramların ortaklığı olduğunu öğrendim. Hocası varmış, gidip ona muska yazdırırsan, ya da verdiği okunmuş şerbeti içersen, sana hiçbir yılan yaklaşamazmış. Bazı hocalar da tuza okurmuş. Yılanları para verip alanlar olurmuş ama, onlar bu sinir hayvanları ne yapar, bilinmezmiş. Refik Abi’yi birkaç kez daha kolundaki yılanla, yine bisiklet üstünde gördüm. Bisikletsiz görebilsem, ne yaptığını sorup öğreneceğim de, mümkün değil; adam sanki yapışmış tekerine…

İlk okulu Millimensucat’ta okudum. Okula giderken, Kurtuluş Caddesi üstünde, kaldırıma oturmuş iri-yarı, şalvarlı emminin de yılanlarla oynaştığını görür, uzaklaşırdım. Arkadaşlar arasında “korkak ve cesur” nitelemelerinin yoğunlaştığı bir zamana denk geldi. Şalvarlı yine aynı yerde çömelmiş, bir şeyler anlatıyordu. Kendimi kandırmayı başardım ve cesur olduğuma inanarak yaklaştım. Farklı cinsten dört veya beş yılan vardı önünde.. Şalvarlı, her birini ismi ile çağırıyor, uzaklaşır gibi olanları belinden, başından, kuyruğundan yakalayıp yaklaştırıyordu. Söylediğine göre bunlar elmas, yakut, zümrüt inci çıkarırmış ve o gün, o saatte içlerinden en az ikisi mücevherini dökecekmiş. Meraklı sayısı iyice artmıştı. Şalvarlı, mücevherat beklerken insanlara yararlı bir ürün olan leke ilacını tanıttı. Yağ lekesi, yemek lekesi, is-pas lekesi diye başlayıp saydırıyor, sonunda da, “Tövbe namus lekesinden başka her cins lekeyi anında yok eder” deyip lekeli gömleği, ceketi olanların lekesini yok ediyor, yok ettikçe de satıyordu.

Gözüm, mücevher çıkaracak yılanların üstünde, aradan yarım saat kadar geçti. Satış tavsayınca, şalvarlı yılanlarını toplayıp çantasına koydu ve çekip gitti…

Efsun da denilen afsuna gelince, halen kesin bir yargım yok… Belki de artık afsuncu yok…

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor