Akdeniz’de Bir Güneş; Güneş Yüregir
1.BÖLÜM
Eski takvimle 1312 yılında, yani 1896 da Adana’da bir hastane kuruldu. Bu bir ilk idi aynı zamanda. Belediye Hastanesi ismiyle çalışmaya başlayan kuruluş, Vali Faik Paşa döneminde koleralıları tedavi etmek üzere açıl- mıştı.
O yıllarda Adana’ya kolera müfetti- şi olarak gönderilen Dr. Şerafettin Mağnuni hastaneyi şöyle anlatır: “Adana’nın Belediye (Devlet)Has- tanesi ne zaman gözümün önüne gelse dehşetten tüylerim ürperiyor. Medrese gibi kemerli ve kubbeli bir bina. Taşların üzerine birer ot min- der serilmiş. Yaralılar, bereliler kendi kokmuş, kirli mendil ve yemenile- riyle, entari parçalarıyla yaralarını sarmışlar. Sabahları belediye doktor- larından biri şöyle dolaşıp eczaneden hazırlatılarak getirilmiş hint yağı,
ingiliz tuzu ve sulfato gibi ilaçları da- ğıtıyor.”
Ya laboratuvar?…
***
O yıllarda 6 eczane vardı. Beşini gay- rimüslimler bir tanesini ise Müslü- man Gülekli Mustafa Rifat Efendi (politikacı Kasım Gülek’in babası) işletirdi. Tıbbiyeyi Şahane’de önce kimya arkasından da eczacılık oku- muştu Mustafa Rifat Efendi. Abidin- paşa Caddesi’nin üzerinde bulunan eczanesinde doktorlar ücretsiz hasta bakar, istedikleri basit tahlilleri de Mustafa Rifat Efendi’nin yetiştirdiği kalfa yapardı.
Belki de bu eczane Adana’nın ilk bi- yokimya laboratuvarıydı…
Ta ki 1950’lerin sonuna kadar, ba- şında eğitim almış birinin olduğu bir biyokimya laboratuvarı kurulamadı Adana’da…
Biyokimya gibi hayati bir tıp dalı, uzun süreler bulaşıcı hastalıklar uz-
manı olan hekimlerin göz ucuyla kontrol ettikleri bir teknisyen faali- yeti olarak kaldı.
***
Bu kitabın ilk cümlelerini yazma- ya başladığımız günün öğle sonrası Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı’nı ziyaret ettik. Bölümün duvarlarında bir çi- zelge vardı ve karşı duvarda da fotoğ- raflar.
Aslında her ikisi de aynı şeyleri anla- tıyordu. En başa bölümü kuran kişi yerleştirilmişti. Arkasından da onun eğittiği diğer bilim insanları uzayıp gidiyordu. Bir, iki, üç veya on değil, onlarca insan. En az onu şimdiden profesör. Şöyle bir baktık, Adana’da hekimlik yapan biyokimyacıların ne- redeyse hepsinin ismini gördük. Di- ğer şehirleri bilmek ise takdir edersi- niz ki zor.
***
Sonra DNA laboratuvarı- nı gezdik. Uzay merkezini gezer gibi… Öğrencilerin eğitildiği yerleri gördük. Elektroforez ünitelerini ziyaret ettiğimizde ise bir zamanlar bölgenin makus kaderi haline gelmiş Tala- semi yani Akdeniz Kansız- lığı Hastalığını hatırlama- dan edemedik.
Dikkat ediniz!.. Burada Talasemi’den bahsederken, “bir zamanlar bölgenin makus kaderi haline gel- miş” cümlesinin sonunda “mişli geçmiş” zamanı kul- lanmamız özellikledir, asla tesadüf değildir.
Ne demek mi istedik? An- latalım efendim…
***
Madem anlatmaya başla- dık, yakından başlamayıp çok ama çok eskilere gi- delim. Mesela 2800 yıl ön- ceye Hititler’e kadar uza- nalım. O zaman da bazı insanlar varmış ki kutsal sayılırlarmış. Elmacık ke- mikleri çıkmış, çeneleri çökmüş bu adamları şimdi biz o zamandan kalan taş kabartmaların üzerinde seyrediyoruz.
Bunların kutsallıkları ne- reden mi geliyor?
Çünkü o yıllarda Akdeniz
(özellikle de Doğu Akdeniz) sıtma denilen illetten kırılır, şehirler yok olurken, elmacık kemikleri çıkık bu insanlar daha az etkileniyorlarmış. Bu yüzden halk bunlara seçilmiş in- san muamelesi yapıyorlarmış!
Bazı tıp tarihçileri çıkık elmacık ke- mikli insanların aslında Talasemi hastası olduklarını ama eritrositleri- nin az olması nedeniyle de sıtmaya daha dirençli olduklarını yazıyorlar. Söyledikleri ne kadar doğrudur bile- meyiz ama yaş ortalamasının sıtma nedeniyle otuzlara kadar düştüğü o yıllarda, Talasemi’nin insan ömrü üzerindeki kötü etkisi hissedileme- miş olabilir diye de düşünmeden edemiyoruz.
Yaş ortalamasının yükseldiği daha sonraki çağlarda ise bu hastalığın in- san ömrü üzerindeki kötü etkisi git- tikçe daha belirgin hale gelmeye baş- lamış bizce. Hatta Beyrut yakınında bir mağarada bir arada bulunan fo- silleşmiş yüzlerce insan iskeleti için “Bunlar talasemikti, illetlerini diğer insanlara bulaştırmasınlar diye tecrit edilip, toplu ölüme terk edilmişlerdi” diyenler olmuş.
Lafı fazla uzatmayalım… Demek is- tediğimiz; Akdeniz Anemisi denilen bu illetin ta ki günümüze kadar in- sanlara “El aman!” dedirten, aileleri çökerten bir hastalık olarak gelmiş olmasıdır.
***
İçinizden birileri bu illetin tarihin- den çok, coğrafyasına merak sara-
bilir. İsminin Akdeniz olması da bu merakını artırabilir. Ama yine de siz ona Akdeniz Kansızlığı denildiğine bakmayın, dünyanın birçok yerinde görülebildiğini düşünün. Buna rağ- men en sık görüldüğü yerlerin başın- da Akdeniz memleketleri geliyor. Filistin ve Suriye… Kıbrıs… Sicil- ya… Malta… Tabii ki Çukurova… Çukurova denen o bereketli ova bi- liyorsunuz geniş bir yer… Ta Mer- sin’den Antakya’ya, Samandağ’a ka- dar uzanıyor.
Bir de etnoğrafyası var hastalığın… Yahudiler… Araplar… Akdenizli Türkler. Sarı renkli olanlarda daha az, esmerlerde daha çok.
***
Bir gün yiğit kadının biri, ama sarı- şın, etrafına aldığı kendi yetiştirmesi uzmanlarla yaptığı çalışmanın sonu- cunda Adana’da bir tez atmış ortaya. “Eğer biz evlenecek her çifte basit bir elektroforez testi yaparsak, çocukla- rının Talasemili doğup doğmayaca- ğını daha başından beri bilebiliriz. Böylece bin yıllardır bölgemizde yay- gın olan bu illeti yok edebiliriz. Bazı ülkeler bunu yapmaya çoktan başladı zaten” demiş.
Demekle de kalmamış bu söylediği- nin bir yönetmelik haline getirilmesi için, kendi gibi düşünenlerle birlikte büyük çaba sarfetmiş.
Günümüzde evliliklerden önce çift- lerin Talasemi taşıyıcısı olup olma- dıklarını gösteren testi yaptırmaları artık zorunludur. Bu da teorik ola-
rak, önümüzdeki yıllarda milyon- larca kişinin katili olan bu hastalığın yok olacağı anlamına gelir. Yani artık Talasemi denilince “mişli geçmiş za- man”ın kullanılacağı yıllar uzak de- ğil.
İşte biz bu kitapta bu yiğit kadını, Adana’nın ilk modern biyokim- ya laboratuvarını kuran, Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin kuru- luşuna katılan, Biyokimya Anabilim Dalı’nı kurup, onlarca bilim insanı yetiştiren ve ülkemizde yukarıda bahsettiğimiz yönetmenliğin çıkma- sını katkısı olan Profesör Güneş T. Yüregir’i anlatacağız. Ne mutluyuz ki biz onu tanımak şansını yakalamış kişileriz, sizlerin de tanımasına fırsat hazırladıysak eğer, mutluluğumuz katlanmış olacaktır.