Akdeniz’de Bir Güneş; Güneş Yüregir
2.BÖLÜM
TALASEMİ’YE ÖLÜM
1896 yılında kurulduğundan beri çok badireler ge- çirmiş Devlet Hastanesi… 12 Şubat 1896’da, bir kolera salgını çıkınca ödenek gönderilmiş, eski mezarlık yeri günümüzde Asri (yani modern) Mezarlık diye bilinen yere taşınarak, ondan boşalan yere baraka şeklinde 4 pavyon, yani koğuş içeren, Belediye Hastanesi açılmış. Kayıtlarda sorumlusunun Kuşçu Hakkı Bey olduğu yazılıyor. İstanbul’dan kolera müfettişi olarak gönderilen Dr. Şerafettin Mağnuni’nin daha kurulacağı günden beri, bir hastanenin nehir kenarı- na açılmasının yanlışlığına dikkat çekerek, hastanenin buraya kurulmasına karşı çıktığı biliniyor. Ama Mağnuni “Bunak” olarak nitelediği Vali Faik Paşa’yı ikna edemediği için, bugün Devlet Hastanesi olarak bilinen kurumumuz, Karşıyaka’ya, nehir kenarına kurulmuş. İlk hastaları koleralılar olunca da, hastanenin nehire karışan lağımı nedeniyle, o yıl ovada binlerce kişi koleradan ölmüş. Valiyi bir eşeğe bindirip Adana’dan göndermişler.
1900 yılında hastane yönetimini bir doktor almış. Sağlık Müfettişi Dr. Eşref Bey (Akman) başhekim olmuş. Böylece Belediye Hastanesi ismi de Memleket’e çevrilmiş. Günümüzde Güney Doğu’ya bakan tuğla bina ise; 1922 yılında Güneş Hoca’nın annesinin Rumeli’den gelmesine vesile olan, Bosnalı Salih Efendi tarafından yapılmış. Salih Efendi ayrıca 32 yataklı bu koğuşun tüm günlük ihtiyaçlarını da karşılıyormuş. Daha sonra Tekelioğlu Hayri Bey, ana kapıdan girince solda bulunan taş binayı poliklinik olarak inşa ettirmiş.
BİYOKİMYA; BİR KLİNİK DAL
Tıp dünyasında eskiden laboratuvarlar hakkında yanlış bir saplantı vardı. Belki de ilk zamanlarda, başlarında eğitimli bir uzmanın olmaması nedeniyle, laboratuvarlar bir teknisyen faaliyeti olarak görülürdü. Bir tıp alanı değil yardımcı tıp alanı gibi algılanırdı.
Tıp önemli bir bilim alanı olmakla beraber, bu eğitimi almış olan kişinin uyguladığı bir sanattır aynı zamanda. Çünkü önüne bir hasta geldiğinde hekim, bir taraftan bilimin evrensel birikimlerine dayanarak onu değerlendirir, öbür taraftan hastanın özgün şartlarıyla kendi özel birikimini harmanlayarak, özgün bir karar verir. Bunun sonucunda da özgün bir tedavi uygular. Yani aynı hastalığa yakalanmış hastaların dahi tedavisi bir diğerine benzemez.
Teknisyen düzeyinde hizmet veren laboratuvarlarda, tıp mesleğinin bu ince görevini yürütebilecek birini bulamayan hekim ise; haliyle onun da sorumluluğunu da üstlenir. Bu üstlenme süreklilik arz ederse eğer, bu kez laboratuvarı bir bilim dalı olarak değil de yardımcı bir alan olarak görmeye başlar.
Güneş Hanım Adana’ya gelmesiyle birlikte, biyokimyayı (o zamanki ismi Hayati Kimya) bir klinik dal olarak görmüş, görmekle kalmayıp saplantılı hekimlere laboratuvarının bağımsız ve özgün karar veren bir klinik ortam olduğunu anlatmaya çaba göstermiş.
Bu yüzden; 1968 yılında yayınladığı kitabının ismini “Klinik Hayati Kim- ya Teknik ve Metodları” koymuş olmalı.
Güneş Yüregir bu konudaki mücade- lesini de şöyle anlatıyor;
“Hekimler biyokimyayı yardımcı bir alan olarak görürlerdi. Hatta bazen hastanın iyileşmemesi ile ilgili sorunları da laboratuvara yüklerlerdi. Örneğin tedaviye rağmen şekeri düşmeyen hastası için, hemen laboratu- varı suçlayan hekimlere rastladım. Halbuki laboratuvar sonuçlarını değerlendirmek, hatta hangi tahlilleri isteyeceğini belirlemek bir sanat. İstem kağıdını eline alıp, baştan sona işaretleyen hekimlere rastladık biz. Halbuki bazı tahlilleri istediğinde, diğerlerini istemenin anlamsızlaştığı durumlar var. Laboratuvarın başındaki uzman, bilgi ve yorumlarıyla hekimi etkilerse, onu artık kendinin yardımcısı olarak değil de partneri olarak görür. Ben tüm eğitim çalış- malarımda hem tıp fakültesi öğrencilerine, hem de uzmanlık öğrencilerine bunu anlattım.”
Güneş Yüregir sadece yetiştirdiği uzmanların değil, teknisyenlerin dahi bu bakış açısına sahip olması için çaba sarf etti. Onları yüksek tahsilli kişilerden almaya özen gösterdi ve arkasından hepsini doktora yapmaya, doktora yapanları da daha ileriye gitmeye teşvik etti. Teknisyenlerinden doktoraya başlayanlar, doktorayı bitirenler vardır.. Hatta yukarıda bahsettiğimiz gibi profesör olanlar bile bulunmaktadır.
Güneş Hoca’nın Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde kurduğu bilim dalının ismi de bu yüzden “Klinik Biyokimya Anabilim Dalı”dır. Gözün, dahiliyenin, ürolojinin veya jinekolojinin arkasında değil, yanında bir dal; Klinik Biyokimya…
DEKAN YARDIMCISI VE DEKAN VEKİLİ
Konu buraya kadar gelmişken Çukurova Tıp Fakültesi’nin efsane dekanı Prof. Dr. Faruk Lütfi Özer’den bahsetmeden geçmek eksik olur kenaatindeyiz. Bahsetme gereği hem Faruk Hoca’nın özel kişiliğinden, hem de onun Güneş Hoca ile ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca bu arada yeniden o dönem hekimle- rin biyokimyaya bakışını sorgulayabiliriz.
Faruk Hoca kuruluştan sonra katılmasına rağmen, Çukurova Tıp Fakültesi’nin eğitim politikasını be- lirleyecek kadar etkili olmuş, işinde çok titiz bir öğretim üyesiydi. Genel Dahiliye ihtisasının yanında kendini kan hastalıkları alanında da yetiştirmiş çok önemli, otorite sayılan bir bilim adamıydı. Tayin olmasının hemen ardından Tıp Fakültesi Dekanlı- ğı görevini de üstlenmişti.
Nitekim 1984 yazında Güneş Hoca dekanlığı Prof. Dr. Gıyasettin Kabuli’ye bırakarak, 3 aylığına Amerika’ya gidiyor.
Prof. Dr. Titus Huisman hemoglobin hastalıkları konusunda dünyanın en önemli otoritesi, dolayısıyla Güneş Hoca sadece kendisi gitmekle kalmıyor, arkasından bugün profesör olan iki asistanını, Prof. Dr. Kıymet Aksoy ve Prof. Dr. Akif Çürük’ü de gönderiyor. Akif Çürük Amerika’da tam iki yıl kalarak hemoglobin hastalıkları teşhisindeki yeni yöntemler üzerinde çalışıyor.
Güneş Yüregir Amerika’da gittikleri merkezi şöyle anlatıyor;
“Çok ilginç bir merkezdi. Dünyanın her yerinden hemoglobinopatiler ile ilgili örneklerin toplandığı bir yerdi. Ve aldıkları kararlar referans sayılırdı.” Hemoglinopatiler demek, hemoglobin hastalıkları demek oluyor. En çok Akdeniz’de (hatta Doğu Akdeniz’de) görülen Akdeniz Anemisi (Talasemi) ve Orak Hücreli Anemi de (Sickle Cell) bu gruptaki hastalıkların başında geliyor.
Dolayısıyla hemoglobin elektroforezi ve gen çalışması olarak tanımlanan yöntemin o tarihlerde Adana’ya getirilmesi, tüm Doğu Akdeniz için bir ışık sayılmıştır. Artık bu teknikle Talasemi, Sickle cell vb. hastalıklarının tanısı, daha da önemlisi kimin taşıyıcı olduğu, neredeyse yüzde yüzlük bir doğrulukla tespit edilmeye başlanmıştır. Henüz tedavisi bilinmediği için bu hastalığa yakalananların tespit edilmesi daha az önemlidir ama taşıyıcıların bilinmesi çok önemli sonuçlar doğurur. Çünkü bir kişinin bu hastalıklarla birlikte doğması için iki taşıyıcının evlenmiş olması gerekir. Yani bir sağlam insanla, bir taşıyıcı insan veya iki sağlam insan evlenirse çocukları hastalıklı doğmaz. Bu yüzden evlenmeden önce yapılan basit bir elektroforez testi ile eşlerin ikisinin birden taşıyıcı veya hasta olduğunu anlar, ya evlenmelerini ya da evlenseler bile çocuk sahibi olmalarını engellerseniz, Talasemi de, Sickle Cell de, hatta diğer hemoglobin hastalıkları da yok olacaktır. (Nitekim Talasemi Federasyonu 5 yıl içinde Türkiye’nin Talasemi’yi yok edebileceği görüşündedir.) (DEVAMI PAZARTESİ GÜNÜ)