Akdeniz’de Bir Güneş; Güneş Yüregir

GÜNEŞ YÜREGİR’İN HEMOGLOBİN HASTALIKLARI İLE İLGİLİ ÇALIŞMALARI

“Hemoglobin bozukluklarına bağlı hastalıklarla ilgili çalışmalarım, Devlet Hastanesi’nde görev yaptığım zamanlara kadar uzanır. Hastanenin başhekim yardımcısı olan, çocuk hastalıkları uzmanı Dr. Cavit Başar ile birlikte başladık çalışmaya. İlk defa Orak Hücreli Anemi denilen Sickle Cell hastalığının tanısı için yola çıktık. Sickling Testi denilen testi yaparak, hasta olan çocukları tespit ediyorduk. O dönem Mut yöresinde yaptığımız taramalarla bu hastalığın yaygınlığını anlamaya çalışmıştık.

Üniversiteye geçtikten sonra da, asistanlarımla birlikte bu taramaları daha sistematik hale getirdik. Hatay, Adana ve Mersin’i mahalle mahalle, köy köy gezerek orak hücre ve Ak- deniz anemisinin yaygınlığını saptamaya çalıştık. Bu sırada Ankara’da da Prof. Dr. Ayhan Çavdar, Prof. Dr. Ay- ten Arcasoy ve Prof. Dr. Çiğdem Altay çok ciddi çalışmalar yapıyorlardı. Türkiye’de Talasemi taşıyıcılığı oranını yüzde 2,1 olarak bulmuşlardı. Biz ise bölgemizde bunu yüzde 3ün biraz üstünde bulduk. Aslında öldürücü bir hastalık için ciddi bir rakam. Bu çalışmalarda bölgede en çok emek sarfeden kişilerden biri, doktora öğrencim Dr. Fatma Tosun Aksöz’dür. Kendisi hem Hatay Sağlık Müdürlüğü’nde çalışıyor, hem de bizde, fakültemizde Biyokimya Anabilim Dalı’nda doktora yapıyordu. Kendisi köylerden kan topluyor, getiriyor bizim laboratuvarlarda tetkikleri yapıyorduk. Daha sonra köylere birlikte gidip, hem kan toplamaya hem de eğitim vermeye başladık.”

Güneş Hoca hemoglobin hastalıkları ile ilgili çalışmalarını böyle anlatırken araya bazen kızı Zeynep’in, bazen de eşi Yalçın Remzi Bey’in girmesinden aslında bu çalışmalarda ailecek birlikte olduklarını anlıyoruz. Örneğin Yalçın Remzi Bey;

“Dr. Fatma Hanım Hatay Reyhanlı’da bir köye gitmemizi organize etmişti. Ben ekibin şoförü kadrosundan ka- tıldım çalışmaya. O gün Adana’dan arabaya kan setlerini koyduk, Reyhanlı’ya yaklaştık ki bizi bir konvoy bekliyor. Reyhanlı Kaymakamı Ömer Doğanay herkesi seferber etmiş, hep beraber girdik kasabaya,” diyor. Zeynep Yüregir ise; “Davullu zurnalı bir karşılamaydı. Bu da Hatay’ın Talasemi konusuna verdiği önemi ortaya koyuyordu. Ama maalesef kendi memleketimiz Adana bu çalışmalara aynı ilgiyi göstermiyordu!” diye bir eleştiride bulunuyor. Tabii ki her tarama rahatlıkla olmuyor, hatta bazen dirençle bile karşılaşıyorlardı. Böyle bir anıyı da Güneş Hanım’ın kızı Zeynep şöyle aktarıyor; “Annemlerin saha çalışmaları yıllarca sürdü. Benim de katılma şansımın olduğu birinde, yine bir köyde toplantı yapıyoruz. Köy kahvesinin kapalı kısmını hemen dershane gibi organize ettiler. Hem kan alacaklar, hem de annem bilgilendirme yapacak. Fakat köylüler kan vermeye yanaşmıyor bir türlü.

‘Gelip kan alıp gidiyorsunuz. Biz bundan bir şey anlamıyoruz!’ deyip duruyorlar. Baktığınızda da gerçekten kısa vadede onların yararlandığı bir şey yokmuş gibi görünüyor. Ama annem konuşmaya başlayıp, kendile- ri için riskli olan bu hastalığın nasıl önlenebileceğini anlatınca koşa koşa kanlarını verdiler.” 3.BÖLÜM

BEN HİÇ EMEKLİ OLMADIM Kİ!

Yaş ortalamasının 50 civarında olduğu yıllarda çıkarılan kanunlara dayanılarak maalesef mecburi emekli yaşı 65 olarak belirlenmiş. Üniversite öğretim üyelerine biraz daha müsamahalı davranıp bu sınırı 67’ye çıkarmışlar. Ama yaş ortalamasının 75leri geçtiği günümüzde, tam pe- tekteki balı sağacağımız bir çağda, değerli insanları emekli olmaya mecbur etmek, çok verimsiz bir zorunluluk bizce. Ancak biz ne düşünürsek düşünelim, kanunlar değişme- den, sonuç da değişmiyor. Nitekim bu sonuçlardan biri; Güneş T. Yüregir’in de istemeye istemeye emekliye ayrılması.

Bu kitapçığı hazırlarken kendine emekli tarihi için yönelt- tiğimiz soruya verdiği cevap içinde bu isteksizliği açıkça görebiliyorsunuz;
– Ne zaman emekli oldunuz, hocam?

– Ben hiç emekli olmadım ki!
Güneş Hoca’nın kızı Zeynep de bu sorumuza “Annem emekli olmaya hazır değildi!” diye cevap vererek anlatma- yı sürdürüyor;
“O sırada Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi’nde Tıp Fakültesi kuruluyordu. Adana’nın da kuruluşunda katkısı bulunan Prof. Dr. Neşet Bilaloğlu oranın dekanlığına atanmıştı. Rektör de yine Adana’dan Ziraat Profesörü Osman Tekinel’di. Annemin daha emekliliğine 2 ay kala Maraş’a davet ettiler.”
Dolayısıyla Güneş Hoca emekli olur olmaz Maraş’a gidiyor ve hep birlikte Sütçü İmam Tıp Fakültesi’ni kuruyorlar. Tabii ki hastanenin laboratuvarları da sıfırdan yeniden oluşturuluyor. Böylece Güneş Hoca ikinci Tıp Fakültesi’ni, 2. Biyokimya anabilim dalını ve 4. Hastane laboratuvarını kurmuş oluyor. O günleri Güneş Hoca’dan dinlerseniz eğer, yaşanan zorlukları da hissedebilirsiniz:

“Laboratuvar kuracağız ama fakültenin hiç parası yok. Oradan buradan zorlayarak yapıyoruz her şeyi. Ben alet satanlara gidiyorum, hiç para vermeden, kazanıp ödemek koşuluyla alıyorum. Bana güvendiklerinden son teknoloji aletleri veriyorlar. Hastane daha tam kurulmuş değil, hekimler eksik. Ben ayrıca 2 öğrencimi de oraya davet ettim. Bir tanesi Maraş’ın zor şartlarına dayanamayıp vaz geçti. Diğeri Metin Kılıç, o kaldı. Şimdi oranın hocası. Orada 3 yıl kaldım ama, sadece 1 yıl maaş ödediler. Kanuna uyduramayınca 2 yıl hiç bir ücret almadan hizmet ettim.”

Güneş Yüregir’in 1997 yılında mecburen emekli olmasının ardından, Sütçü İmam Tıp Fakültesi’nde çalışabilmesinin nedeni, 1993 yılında çıkan ve üniversitelerden yaş haddi nedeniyle emekli olmak zorunda kalan öğretim üyelerinin, yeni kurulan bir üniversiteye giderlerse 5 yıl daha çalışabilmesini sağlayan geçici bir

kanundur. Ancak Güneş Hoca bu kanunun geçerli olduğu sürenin sadece son bir yılına yetiştiği için, Sütçü İmam Üniversitesi’nden 1 yıl maaş alabilmiş. İki yıl gönüllü olarak hizmet vermiştir.

ZeynepYüregir’in “Annem hafta başı Maraş’a gider, hafta sonu okuldan tatile dönen kız çocuğu gibi Adana’ya geri gelirdi. Kolejdeki yatılı kızımız geldi derdik. ” şeklindeki sözlerinden bu konuyu daha iyi anlamaktayız.

EMEKLİLİK SONRASI

Bugüne gelince…
Eğer Çukurova Senfoni Orkestrası’nın Cuma konserlerinden birine giderseniz, gözünüz “G” sırasının ortalarında bir yerlerde olsun. Yan yana oturmuş ve elleri birbirine sevgiyle bağlı bir çift görürseniz, üstelik sahnedeki sanatçıların en azından bir kısmı gösterdikleri performansı onaylatmak ister gibi bir tavırla gözlerini bu sıraya kaçırıyorsa, Boston Senfoni Orkestrası’nın 1950lerde verdiği konserleri hatırlamalısınız. Daha doğrusu iki Adanalı gencin, Güneş ve Yalçın’ın orada doğan aşkını düşünmelisiniz.

Çünkü müzik ve bilim aşkıyla beslenen bu sevginin, hala konser koltuklarında serpilip geliştiğini görebilirsiniz.

Veya yerel bir gazetenin (ki bu büyük oranda Yeni Adana Gazetesi olacaktır) bir köşesinde, Akdeniz Anemisi ile ilgili bir uyarıcı yazı görürseniz, bunun Prof. Güneş T. Yüregir’e ait olma ihtimalinin yüksek olduğunu bilmelisiniz.

***
Madem gazetelerden bahsederek bitirmeye karar verdik, Talasemi Federasyonu Başkanı Prof. Dr. Duran Canatan’ın bir basın demeci ile yazımıza veda edelim;
‘Türkiye’de 8 Mayıs 2003’te, Sağlık Bakanlığı ile birlikte 33 ilde Talasemi

Önleme Projesi başlatıldı. Yapılan çalışmalar sonucunda yıllık beklenen hasta sayısı 400’den 40’a düştü. Böylece talasemili yeni hasta çocuk doğumu yüzde 90 azaldı. Talasemi ile mücadelede ülke ekonomisine 46 milyon TL kazanç sağlandı.’’

Bir kaç yıl önce verilen bu demeçten sonra öngörülen sayı daha da azaldı. Halbuki çok değil, 25 yıl önce bile Talasemi veya hemoglobin hastalıkları denilince binlerce hastadan bahsediliyordu. Günümüzde ise talasemili veya orak hücreli doğan çocuk neredeyse yok…

Yani artık Akdeniz’de Güneş, daha parlak doğuyor.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor