ALTI LAMBALI RADYOMUZA İNCE BAKIR TELDEN ANTEN

1952 veya 1953 yılıydı. Babam kocaman bir paketle geldi. Karton kutudaki radyoydu. Aile efradı dersem, anlayınız ki annem, babam, iki kardeşim, ben, babaannem ve iki amcamın eşleri… Merak içinde kutunun açılmasını izledik. Büyülü sandık kutudan çıkarken annem “Ceviz kaplıymış” dedi. O yıllarda plâstik kanseri henüz dünyayı sarmadığı için radyolar cilâlı ahşap kutulara monte edilirdi.

Yan komşumuz Sabiha Ablalarda sokağımızın tek radyosu vardı ve her sabah çevreye dinletecek kadar sesini açardı. “Ordunun dereleri, aksa yukarı aksa” türküsünü bu radyodan öğrenmiştim. Gerçi birazcık yanlış öğrenmiştim. Ordu sözcüğünü il değil de, askerlerin bulunduğu alan olarak algılıyordum. Bağların bir yanı çoğu kez dereye bakardı. Yaklaştığımda çakalın fırladığına tanık olduğumdan, askerlerin korkup korkmadığını merak ederdim. Askeriye deresinde yağmurdan olacak suyun da bulunduğunu düşünüyordum. Olmasaydı, türkücü “Aksa yukarı aksa…” demezdi.

RADYOMUZA DÖNELİM

Derin sevinç hepimizi sarmışken babam bir torbadan incecik tellerle örülmüş demeti göstererek “Bu da anten olacak” dedi. Babaannemin, “Ne yani?” sorusunu, “Dama gereceğiz. Yoksa radyonun sesi çıkmaz” diye cevapladı. Takım sandığını getirdi. Eni üç, boyu kırk santim kadar olan iki tahta parçası hazırladı. Her parçanın iki ucuna aşık kemiğine benzer porselen bağladı. İki ucu delik porselenlerin boyu dört veya beş santim kadardı. Tahtaların tam ortasına da uzunca kalın tel bağladı.

Bizim ve iki amcamın evleri yan yana ve aynı toprak damla örtülüydü. Damın Güneybatı ve Kuzeydoğu köşelerine diktiği direklere tahtaları bağladıktan sonra bakır telin ucunu porselenlerden birinin deliğinden geçirip ilerledi. İkinci direkteki porselenlerin ikisinden geçirerek ilkine döndü ve buradaki diğer porseleninin deliğinden geçirip gerdirerek bağladı. Antenimiz kurulmuştu.

SIRA ŞALTERDE

Kauçuk üstüne ipek örgü ile izoleli, tahminen iki milim çapındaki telin bir ucunu gerili örgü tele sararak bağladı. Diğer ucunu da pencere köşesinde açtığı delikten sokup çatı dilmelerini aşırarak radyoya yaklaştırdı. Radyomuz, sedirden (katran ağacı) yapılmış en az yirmiye-yirmi ölçüsünde orta direğin yanındaydı. Babam kablonun fazlasını kesti ve ucunu bu direğe vidaladığı şalterin üst yanına bağladı. İkinci bir kabloyu da şalterin alt yanına bağlayıp alt kata indirdi. Direğin yanı başına otuz santim kadar derinliği olan çukur açtı. Kabloyu bağladığı bir santim kalınlığında, 40 santim kadar boyu olan bakır çubuğu çukurun dibine çaktı. Üstüne biraz kömür doyduktan sonra toprakla kapattı.

Şalterin ucu siyah naylonla kaplı kolu iyi havalarda üst yana, fırtınalı, yağışlı havalarda da alt yana bağlanırdı. Böylece olası yıldırım tehlikesi bir yana, elektrikli havada radyonun zarar görmesi önlenmiş olurdu. Babam, “Emniyetli olsun, her zaman için radyo kapalıyken şalteri indirin” talimatını tekrar tekrar vurguladıktan sonra düğmenin birini çevirince parlak mavi bir göz belirdi. Babam o sırada “Radyomuz altı lambalı” dedi. Bir kaç saniye sonra gözde oluşan kıpraşmalar durdu ve o zaman radyomuz seslenmeye başladı. Kendi radyomuzda ilk dinlediğim şarkıyı Müzeyyen Senar söylüyordu: “Talihim olsaydı, yârim olurdun. Acırdın halime, çare bulurdun…”

 

====================================================

BAŞSAĞLIĞI

Tevazuu ve sempatisiyle tanıdığımız Mitat Uçak’ın vefatını üzüntüyle öğrendim. Müteveffaya Yüce Tanrıdan rahmet, ailesi ve yakınlarına başsağlığı ile sabırlar dilerim.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor