ALTMIŞ YIL ÖNCE OLSAYDI CORONAVİRÜS GEBERİRDİ

Bize ne virüsler, ne mikroplar, ne bakteriler kafa tuttu da, hiç birini tınmadık. Çocukluğumuzda ve gençliğimizde bizzat kendimiz antibakteriyel, antiviral ve antibiyotik bedenliydik kesin.  Verem ve Kızamık dışında kalan bilumum hastalık ajanları bizi görünce Atatürk resmi görmüş tarikat şeyhi gibi tir-tir titrer, gerisin geriye kaçarak kuytulara sinerdi.

Yaşıtlarımız arasında olup da çocukluğunda yağışsız gününde sokağa çıkıp arkadaşlarıyla buluşmamış, oynamamış tek bir erkek yoktur. Sokakları oyun alanlarımızdı. Motorlu taşıt kolay kolay geçmezdi. Arada sırada bir fayton, bir kum arabası ya da deve sürüsü geçtiğinde seyirlik olarak değerlendirirdik. Fayton pek çoğumuz için “asılacak” araçtı. Arkadan koşarak dingile oturup, dingilin otuz santim kadar üstündeki şasi demirine tutunduğumuzda bir süre gitmek büyük zevk olurdu. İlk teşebbüsümde ben de çok rahat oturmuştum. Fakat inmesini öğrenmemiş olmam pahalıya patladı. Kendimi yere bırakmamla diz üstü sürüklenmem bir oldu. İki diz kapağım eşek nalı büyüklüğünde açıldı. Acısını sineye çekebiliyordum ama nedeni öğrenildiğinde evde yiyeceğim azar yüzünden çektiğim ıstırabı hala unutmam. Asla unutamayacağım bir tarafı da, toza, toprağa bulanmış o yara akşama kapanır gibi oldu ve ertesi gün geçip gitti.

Diyebilirim ki oyunlarımızın tamamı yerde oynanırdı. Say say bitmez oyun çeşitlerimiz vardı. Yer dedimse, hemen her santimine ya hayvan dışkısı, ya tükrük falan bulaşmış yüzeylerdi. Sabahın şafağında gün batımından az önce yüzlerce, belki binlerce sığırın oluşturduğu sürüler geçer, arkalarında bol miktarda gübre bırakırlardı. Arada da en yaygın binek araçları diyebileceğim at ve eşek  arz-ı endam ederdi. Ve biz böyle zeminle pek sık temas eden elimizi yıkamadan evden aldığımız arasına peynir konmuş, salça, pekmez falan sürülmüş ekmeği afiyetle yerdik. Satın aldığımız yiyecekleri de aynı bulaşık ellerle tüketirdik.

Birkaç kez tanık oldum; iri yarı, griye çalan kahverengi şalvarlı, göğsünden dizlerine kadar inen önlüklü tatlıcımız çocukların olduğu yere gelir, camekanını dört ayaklı portatif düzeneğine yerleştirip beklerdi. Arada sırada “Taza daaatlı” dışında bir şey demezdi. Top oynarken iki veya üç kez camekanı devrildi, tatlılar saçıldı. Birinde ben de vardım. Koşup dökülen tatlıları toplamaya başladık. Yerden aldıklarımızın önünü ardını üfleyip tozundan arındırarak tatlıcımıza veriyorduk. O da, özenli bir şekilde camekana istifliyordu. Tamamını topladık. Tatlıcı ödül olarak her birimize yarımşar tatlı verdi. Afiyetle yedik ve inanır mısınız hiç birimiz ölmedik. Bazılarımız yıllar sonra sadece ecel yüzünden (!) Dar-ül-dünya’dan Dar-ül-beka’ya göç eyledi. İster inanın ister inanmayın, ben ve pek çok yaşıtım hala ölmedik.

Ceviz, fındık oynardık. Örnek; vuruş on, karış beş fındı; ya da vuruş üç, karış bir ceviz diye. Oyun bittikten sonra habire yere sürüne sürüne elimizin dış yüzü açılmış olurdu. Yani o her türlü hastalık ajanının kol gezdiği toprağa iyice bulanırdı ve biz o elle fındığı da, cevizi de yerdik. Onlarla da ölmedik.

Verem ve kızamık olmasaydı, belki memlekette doktora bile gerek kalmayacaktı. Kabakulak tedavisi için hocaya gidenler olurdu. Hoca, şişmiş yanağa tükürüp kopye kalemle dualar yazarak güya çözerdi meseleyi.

Onun için diyorum; altmış yıl evvel gelseydi, Coronavirüs kendini gösteremezdi bile… Aynı ben, yıllar sonra, kitaptaki mikrobun resmini görsem ateşleniyorum. Bize ne oldu acaba? Acaba bize ne oldu? Ne oldu acaba bize? Çürüdük, ya da çürütüldük müdür, nedir…

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor