ARABACI VUR KIRBACI

Kerrüse başlıklı yazıma gelen yorum ve özel istekler üzerine, daha önce yayımlamış olmama rağmen bunu tekrar sunmak gereğini duydum. Yazılarıma sımsıcak ilgileriyle bana güç ve moral lütfeden değerli okurlarıma sonsuz teşekkürler ediyorum.

1955 olabilir; yahut ta bir yıl öncesi, bir yıl sonrası… O yıllarda çocukların oynamak için iki imkanı vardı; biri, artık kalmamış o gepgeniş okul bahçeleri, diğeri de sokaklarımız.

“Sokakta oyun mu olur” diyorsanız, bahse girerim ki, ya 60´tan küçüksünüz, ya da Adana´yı sonradan görmüşsünüz. Çünkü, 55-60 yıl öncesine kadar sokaklar çocuklar için emniyetli ve eğlenceliydi. Zaten koskoca Adana´daki özel araba sayısı ne idi ki… Tek, tek, markalarıyla sayabilirdi meraklıları. İnsan taşımacılığı, topu topu 15 ya 20 otobüsle, özeli ise faytonlarla yapılırdı. Çoğunluk bisikleti yeğ tutardı. Eşya nakliyatı ise, eğer hacim kurtarıyorsa, eşek sırtında, olmadı at arabasında gerçekleşirdi. Günde iki veya üç kez de deve kervanı geçerdi, o kadar… Bunlardan çocuklara zarar gelmez, oyunlar kesilmezdi.

Büyüklerimizin “kerrüse” dedikleri fayton, Seton Lloyds isimli bir İngiliz araştırmacısına göre Adana icadıymış. Önceki köşemde de arz ettiğim gibi, 2000 yıl kadar önce Romalılar tarafından yapılmış ilk kez. Daha çok kırmızı boyalı olduğu için de “kızıl araba” anlamında, “Karrosa” derlermiş. Son derece dayanıklı sedir ağacından yapıldığını sandığımız karrosa, zamanla dilimize kerrüse sıfatıyla yerleşmiş. Fiat´ın yaptığı Murat 124´lerin yaygınlaşmasıyla birlikte adıyla da yok oldu, sanıyla da..

Faytonun bizim kuşaktaki anısı, “Asılma” eğlencesiydi. Allah korusun, bu, Orozdibak Meydanındaki darağacı gösterisi değil, arabaya asılmaktı. Faytonlarda arka tekerlek dingili dövme demirden olurdu. Bunun elli santim kadar üstünde, bir de dört-beş santim çapında destek demir vardı ki, arabacıya gözükmeden koşup bu üst sırığa tutunarak dingile oturur, aklımızın “yeter” dediği yere kadar giderdik; yani, “arabaya asılırdık.”

Bazen iniş istem dışı olurdu. Gammaz bir çocuk, asılmış birini gördüğünde avazı çıktığı kadar ve özel bestesi ile bağırırdı:”Arabacııı, vur kırbacıııı!.. Vuramazsan, kerhanacııı!..” Faytoncu da, doğru mu-eğri mi diye düşünmeden uzun kırbacı arkaya doğru öyle bir şaklatırdı ki, mübareğin ucu gelir, gelir tam da gözümüze otururdu.

İlk kez asılmıştım. Bir süre gittikten sonra inmeye karar verince kendimi yere bıraktım. Sen misin bırakan!.. Araba hızını almışken öyle inilmezmiş; el, bir süre daha sırıkta kalacak ve birkaç saniye araba hızında koşulup denge kontrol edilecek. Bunu yapmadığım için yere kapaklanıp birkaç metre de dizleri sıyıra sıyıra kaydım. Nasıl bir ağrı ama, tahammülü mümkün değil; gelgelelim, sokakta çocukların arasında erkekliğe yoğurt dökülmeyeceğinden dayanıyorum. Eve giremem, çünkü “Ne oldu dizlerine?” sorusuna verecek cevabımız yok. Tek yapabildiğimiz, her çocuğun mutlaka uyguladığı gibi, ağızda ıslattığımız parmak ucu ile yarayı temizlemek.

Bir saat kadar sonra dizler kızarıp gerilmeye başladı. Ne yaparız, ne ederiz derken, dayaksız-azarsız hanelerden birine, yani iki halamızın paylaştığı avluya yetiştim. Biri “Kurban olduğum!..” diye koştu, diğeri de “Gadasını aldığım!.. diye nur içinde yatasıca halalarım. Çok geçmedi, yaralar temizlendi, zeytinyağında bekletilmiş otlarla üretilmiş ilaçlar sürüldü. Önüme de bir tabak çökelek salatası ile ham incir reçeli getirildi.  Yanında da yeni ıslatılmış tandır ekmeği… Esaslı ziyafetti yani. Fazladan, geceyi orada geçireceğim de anneme bildirildi. Böylece, sadece dizleri değil, evde kopabilecek küçük kıyametten de sıyırmış  oldum.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor