BAĞDA FELHAN ZAMANI

Adanalı olup da bağda, dağda, yaylada ya da köyde yeri olmayan aile sayısı pek azdı. Diyebilirim ki, çocukluğumun Adanasında her aile ekimden-dikimden anlar, aşılamayı, budamayı kendi yapardı. Şimdi içinde bulunduğumuz haftadan itibaren de, bağda, tarlada hazırlıklara geçilir, hava izin verir vermez en önce felhan yapılırdı. Felhan, toprağın sürülmesi, yani alt üst edilip aşağıda kalan kısmın güneşe gösterilmesi demekti. Ayrıca, kumluk arazilere de felhan denilebilirdi.
Bağımızın felhanını, yani sabanla sürülmesini, babamın tanıdığı birileri yapardı. Güçlü atını koştuğu demir sabanla bir güzel sürülmüş olurdu bağımız. Babam ve amcalarımın ticari meşgaleleri dolayısıyla bağımızdaki işler Pazar günleri yapılırdı. Tabii toprağın çamur olmadığı yağmursuz pazarlar beklenirdi.
O yıllarda ne özel araç, ne traktör; akılda bile yok. Tanıdıklardan, atı güçlü bir arabacı tembihlenir, pazar sabahı erkenden arabasına doluşulurdu. Babaannem yanından hiç ayırmadığı tohumlar çıkınıyla baş köşeye oturduktan sonra sırayla annem, yengem, küçük amcam ve biz çocuklar yerleşirdik. Yiyeceklerimiz, içeceklerimiz ve tabak-çanak gibi gereçler sepetlerde olurdu. Sofra bezi ve minderler de savanlarla bohçalanırdı. Babam ve büyük amcam bisikletlerini kullanırdı.
OTURUM VE TULUMBA
Bağımız, şimdiki Barkal Durağının arkasında, 40 metre kadar içeride, 11 dönüm bir yerdi. Oturum dediğimiz alanda bağ evi olarak ahşaptan yapılmış iki katlı çardağımız ve etrafı tamamen çiçeklikler çevrili, oturum dediğimiz avlu yer alırdı. Ortasında da, asla meyve vermeyen fakat bütün avluya gölge sağlayan dev dallı erkek dut bulunmaktaydı. Tulumbamız avlunun bir ucunda, taş ve çamurdan yapılmış ocaklarımız da öteki ucundaydı.
Babam, temiz ve iyi su çıksın diye tulumba borusunun altı metreye indirildiğini söylerdi. Son baharda bağdan inilirken kafası sökülüp çardağa gizlenir. İlkbaharda, her gittiğimizde yeniden takılarak işletmeye alınırdı. Tulumbayı çalıştırabilmek için yanımızda bir testi de su götürmüş olurduk. Çünkü kolu hareket ettirdikçe borudaki havayı emerek suyu çekecek piston düzeneğinin köselesi ıslanıp şişmedikçe, su alabilmek olanak dışıydı. Bu nedenle de, kol hızlı hızlı aşağı yukarı hareket ettirilerek pistonun görev yapması sağlanırdı. Bir kez su geldikten sonra zaten akşama kadar tulumba kullanılabiliyordu.
AH O KAHVALTILAR
Bağ yaşamımızda en çok hoşlandığım anlar ilkbaharda her gidişimizde yaptığım kahvaltılardır. Bir defa huzur verici sessizlik altında oradan buradan fışkıran yemyeşil bitkiler, türlü çeşit çiçekler zaten yeterince mest ediyordu. Yere serilen savan ve minderler üstüne oturarak yine yer sofrasına konulan kaynamış yumurtalar, peynir, zeytin, helva, reçel ve yeni ıslanmış, karakılçık buğday unundan yapılmış mis kokulu tandır ekmeği… Hele büyük amcamın özellikle benim için getirdiği ballı camız kaymağı harika bir ziyafet töreninin unutulmaz ögeleriydi benim için. Nedenini bugüne dek çıkaramadığım fakat her zaman anımsadığım bir tesbitimden de bahsedeyim. Bağda kahvaltı yaparken, ben dahil, hepimiz göz kapaklarımızı birbirine yaklaştırırdık.
Adana-Tarsus asfaltından en sık aralığı yarım saat olmak üzere kamyon veya otobüs geçerdi. Böyle bir aracın gelmekte olduğu daha on dakikalık mesafedeyken bize kadar ulaşan motor sesinden anlaşılırdı.
Arada sırada da uzak köylerdeki sığırlarda, horozlardan doğal nağmeler işitilirdi. Bağımızda ise en çok babaannemin komutları duyulurdu. Tohum ve şitillerin nereye, nasıl ekilip-dikileceğini tayin ve tarif eden çiftçi başımızdı. Her şeyi talimatla yaptırır, sadece domates şitillerini kendi titreyen elleriyle diker, arada bir de bana diktirirdi. Babam ağaç diplerini bellerken, büyük amcam da budamacılık yapardı.
Bağa çıkmadan önce, sanırım üç dört kez böyle gelerek kontrol ve kazma işlerimizi tamamlardık.