BİR BOLKAR ROMANI:“BEN ALİ”(*)

Romanın etken figürlerinden biri olan Ahmet, tanıştıkları o yazdan sonra Suudi Arabistan’da çalıştığı Türk şirketinden dönerek, gerçek roman kahramanı Ali Bey’i , ziyaret ettiğinde buruk ve acılı bir ortamda kendisine uzatılan kâğıt mendili alırken “Nasıl olmuş?” sorusunu, “Bir geyiğe çarpmış!” diyerek çatallanan sesiyle yanıtlar… “Hafta sonu için Virginia’ya yakın bir yerde bir arkadaşını ziyarete giderken yağmurlu bir akşam, karanlık bir yolda önüne çıkan bir geyiğe çarpıp sonra şarampole yuvarlanmış… Doktorasını bitirmek üzereydi. Ben de Arabistan’daki işimden ayrılacaktım. Gelecek yaz evlenmeyi planlıyorduk ama kısmet değilmiş işte.” (s.115) diyen Ahmet, “yarı dalgın hâlde hızlıca göz attığı”, Ali Bey’in “Çağ Dağları devirdi” adlı şiir kitabındaki “Aşk nedir?” şiirinin dizelerindeki “çiçekçi kız” sanki Sara’ydı…

Bahar nerde, sen nerdesin?

Bu kaçıncı perde!

İnce ve oynak bileklerle işlenen,

Oya gibi hayat,

Geçip gitmekte

Ama çiçekçi kız yok ki perdede! (s.116)

Dünyanın en çok satan romanı “İki Şehrin Hikâyesi”nin yazarı Charles Dickens’in:”En güzel yeri ciltleri olan kitaplar vardır” eleştirel ironisini de anımsayarak sözüyle Barış Kaya’nın “Ben Ali” adlı romanına giriş yaparken; roman içeriğiyle örtüşen, Osho ve Norbert Wiener’in kitabın girişindeki değişimle ilgili sözleri de dikkat çeker. Barış Kaya’nın, babasının anılarından yola çıktığı “Ben Ali”, içeriğin uç noktalarındaki yâr ve baba sevgisi arasında gelişir… 65 yıl öncesinin anılarıyla derinleşen romanın böyle bir sevgi harmanında yâr sevgisi ile çocuk yaştan beri derinleşerek süregelen baba özleminin adeta bir hüzünlü buluşması yaşanır. Yoksul Anadolu yaşamındaki çağın doğa ve yaşam çerçevesine oturan “Ben Ali” Anadolu’daki bir köy romanı…  Öyle ki, bu Ali’nin romana konu olan yaşamının diğer bir yansıması da, yer yer şiirin kıyısına vurduğu dalgalardan oluşan “Çağ Dağları Devirdi”(*) adlı şiir kitabıdır.

Karanlıktı yollar, dağlar ve evler.

Henüz icat edilmemişti,

İdareler, fenerler, lambalar.

Ay ve güneş batınca korkular çoğalırdı.                                                                       

Bu yüzdendir çağ dağları devirdi. (s.7)

Karanlıktan aydınlığa, ilkellikten uygarlığa uzanan evrimle devinimin güçlü olarak duyumsandığı “Ben Ali”, Bolkarlar’ın eteklerindeki eski bir Anadolu köyünün penceresinden yaşama açılır. Sevgi, doğa, çevre duyarlılığı, geleneksel, halkbilim, sosyo/ekono ve sosyo/kültür etkenlerinin otantik ve tarihi düzlemde verildiği gerçekçi romanda dil, kurgu ve biçem üçgeni temelinde işlevini görür. Betimsel ve imgesel örneklerin fazla olmadığı yalın ve güçlü tümcelerden oluşan akıcı dilde sürükleyiciliği yakalayan yazar Barış Kaya; dil, kurgu ve biçemiyle özgün bir roman ortaya koyar. Sözü edilen o iki uçlu sevgi düzleminde gelişen; gerçeği besleyen ve gerçeğe kısmen zemin oluşturan, romana renk, ilgi ve zenginlik katan Sara/Ahmet aşkını sürükleyen  Anadolu tablosundaki, bir başarı öyküsünün başlangıç noktası olan bu yoksul yaşam hikâyesinin temelindeki bir içerik yoksunluğunun şekillendiği buruk noktası denilebilecek sevgi temelli duyumsanma ve önemsenme ifadesini taşıyan romanın sonundaki dize ve metinden, ressam Emir Akkurt’un gerçekçi görselliğiyle kapağa taşınır.

Doğduğum evin damı topraktı, altı samanlık.

Geçim üç beş karakeçi ve ardındaki oğlaktı.

Yakın, fakat çamur yollardan gittim mektebe.

Babam bir yıl sonra ellerimi bıraktı. (s.124)

Romanın yazarının da yer aldığı “Ben Sara”, “Ben Ali”, “Ben Ahmet”, ve “Ben Barış” karakterleri ile 1. Tekil şahıslarla ilerleyen romanda geri dönüşler sarmalındaki anılarla 65 yıl öncesine uzanılırken, içten bir empatiyle de duyumsama yaşanmaktadır… Şükran duygususun tetiklediği bir yazınsal dürtüyle içindeki roman çocuğunun da ortaya çıkaran yazar, babası Ali Kaya’nın Bolkarlar’ın eteklerindeki Darboğaz’da geçen çocukluğunu kuşaklar ötesine taşır. Gelecek kuşaklara ders olabilecek ciddiyet ve özellikteki bir başarı öyküsünün de gizlendiği, “Gerçek olaylardan ve yaşanmışlıklardan esinlenerek kurgulanan.” (s.8) “Ben Ali”’nin açılım veren düğüm ve ilgi noktası ise Toroslar’ın (Bolkarlar’ın) en yüksek bir noktası olan Medetsiz Tepesi’ne bundan 62 yıl önce çarpan bir yolcu uçağının Adana’ya uzanan şaşırtıcı reankarnasyon olayıdır… Roman, Amerikalı Arkeolog Sara’nın geçirdiği bir trafik kazası sonucunda yaşama veda etmesiyle başlar… Sevgilisi Ahmet’le orta Toroslar’ın Bolkarlar denen bir bölgesinde kurdukları yerde Ali ve arkadaşı Semih ile tanışıp dost olurlar. Sevgi temelinde yükselen Sara, Ahmet aşkının uzak bir anakaranın gün batımında tersyüz olması ise duygusal bir drama yakılan ağıt gibidir…

*DOĞA – ÇEVRE

Doğa ve çevre duyarlılığın da belirgin bir izlek olarak yer alıp, Karagöl ve Çiniligöl üzerinden gidilen romanda “Endemik ve aynı zamanda dünyada ötmeyen tek kurbağa türü olduğu söylenen Toros Kurbağalarının…” ayrı bir yeri ve önemi vardır: “… Baş kısımlarında her iki göz çevresinde Zoro’nun maskesini andıran siyah renkli şeritler, sarımsı yeşilimsi sırtlarındaysa yine siyah ama şekilsiz lekeler bulunur. Eskiden sayıları çok daha fazlaydı. O kadar ki; her adımınızda havada birbirlerine çarpacak kadar fazla, onlarca kurbağa sağa sola sıçrar, bu görüntü dans edip eğlenen bir kurbağa kolonisinin şöleni gibi gelirdi insana. Şimdilerdeyse sayıları çok azalmıştı. İnsanoğlu maalesef gittiği her yerdeki kaynakları hızla tükettiği, milyonlarca yıldır orada yaşamakta olan canlıların hayat haklarını ellerinden aldığı gibi Toros Kurbağaları’nın da nesillerini tükenme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştı.” Ekolojik dengeyi olumsuz etkileyen yine insan kaynaklı nedenler de vardı… Koruma altında olmasına rağmen gençler tarafından yenilen, Karagöl’de binlerce yıldır herhangi bir balık türü yaşamamaktaydı. Ama insanoğlu maalesef buraya da el atmıştı ve birileri belki de kendilerine göre iyi bir şey yaptıklarını zannederek göle aynalı sazan yavruları getirmişlerdi. Bilinçsizce yapılan bu hamleden sonra balıklar hızla çoğalırken, yumurtalarını yedikleri kurbağaların sayısı aynı hızda azalmaya başlamıştı.” (s.19-22) Diyen yazar; Naziler tarafından Leningrad’ın kuşatılmasıyla başlayan (1941) açlık ve kıtlık tehlikesinde başka bir çaresi kalmayan insanların kuşları, kedileri ve köpekleri yemesiyle bozulan ekolojik dengenin tek çaresi olarak savaş sonrası kedileri çoğaltmakla baş edebildiklerini de tarihsel bir ekolojik örnek olarak verirken; Karagöl’deki Toros Kurbağalarını çoğaltmanın yolunun da göldeki aynalı sazan balıklarını azaltmayla baş edilemeyeceğinin de yaşanan deneyim sonucunda öğrenileceğine değinir.

*İNSAN – YAŞAM – FOLKLOR   

Toroslar denildiğinde, Yaz aylarında dağlardan getirilen karların üzerine pekmez dökülerek yenen basit bir tatlı türündeki  karsambaç, romanın başkahramanı Ali Bey’e, kendisi doğmadan önce ölen Kazım abisini anımsatır… Yaz aylarında ishal olan 17-18 yaşlarındaki Kâzım’a su verilmediğinden daha çok hastalanır. Dağdan getirilip evin önüne konan karın yanına sürüne sürüne giden Kâzım, kafasını karın içine gömüp, yemeye başladığında, babası annesine, “…bırak yesin anlamında işaret etmiş. Çünkü artık ümidi kesmişler…” Bir iki gün sonra, isteği üzerine, yatak, yorgan içinde “Şapkalının Pınarı”na götürülen Kâzım eve geri getirdiklerinden birkaç gün sonra sizlere ömür…. (s.23-24)

“Çocukluğumuzda ne çok hastalanırdık ne çok çocuk ölürdü!..” diyen Ali bey, buna şaşırmıyor… “Annemin on iki çocuğu olmuş ama altısı ölmüş…//…Çocuk ölümleri maalesef engellenemez ve sıradan olaylarmış o yıllarda…//…Bu ölümlerin bir kısmı tıp ilminin henüz gelişmemiş olmasından kaynaklanıyorken, bazıları ise cehalettendi…//…Ama bizim yaşıtlarımızda sıkça rastlanan bir durumdu bu. Mesela benim, ikisi ben doğmadan önce ölmüş toplam üç tane ‘Fahriye’ adında ablam olmuş. Hatta ben de az kalsın ölüyormuşum küçüklüğümde…” Bir yaz günü çok hastalanmış. Bakacak kimse olmadığından, ekin biçmeye giden anne, komşusu yaşlı teyzeye: “Aba, biz falanca tarlada ekin biçmeye gidiyoruz. Bu çocuğu bu hâliyle götüremeyiz. Pek umut yok ama sen biraz bakıversen, şayet ölecek olursa biriyle haber salıver, hemen geliriz.’ Demiş. Sonraları, beş, altı yaşlarında sokakta oyun oynarken emanetçi bu yaşlı teyze hep: ‘Ali gel buraya! Sen ölüyordun da ben seni gevişimle yaşattım!’ demiş. Ağzına aldığı yiyeceği çiğneyip çiğneyip yumuşattıktan sonra Ali’nin ağzına verirmiş.”(s.42)

Kırsal Anadolu yaşamının fotoğrafında yer alan göçebe/köylü kadınlar için ise yaşam oldukça zordur o yıllarda… Kadın,Soğuk, kerpiç ahırlarda koyunlar, keçiler ve ineklerin sağılması, tavukların yemlenmesi…; karanlık, ıssız gecelerde elma ağaçlarının sulanması; gündüz patateslerin bellenmesi, fasulyelerin toplanması, yünlerin eğrilmesi, halıların dokunması; baharları deli akan çay başlarında, taş üstünde külle yoğrulmuş çamaşırların tokuçla dövülmesi; kışın ayazında damların kürenmesi, loğ taşının sürülmesi; her öğle, her akşam yufka, bulgur, patates ve fasulyeden ibaret erzaklarıyla ev halkının doyurulması; yakıcı yaz güneşi altında harman yerinin kaldırılması, samanların taşınması, hatta Nazım’ın dediği gibi karasabana koşulması gerektiğinde; hayat her daim acımasızdı onlar için.”(s.14)

*GELENEK –FOLKLOR-MİTOLOJİ

İbrani bir mermer yontucusunun mitolojik bir Karagöl öyküsünün de yer aldığı “Ben Ali”de gelenek ve folklor etkileri de bulunur… Her ihtiyaç malzemesinin evde üretildiği, parayla satın alınan en değerli iki şeyin kibrit ve gazyağı olduğu o günlerde çocukların dama çıkıp bacası tüten bir komşudan aldıkları közlerin üflene üflene yakıldığı; dokunan halı ipliklerini renklendirmek için ceviz ağacı kabuğunun kaynatılarak boya elde edildiği; öküz derisinden çarık, keçeden şalvar, patiskadan göynek, ceket, yastık ve yorgan yapıldığı; kayalıklardan toplanan dağ çaylarının şeker yerine pekmezle tatlandırıldığı;  el örgüsü yün çorabın üst üste giydirilerek lastik ayakkabısız gidildiği okulda, her öğrencinin, her gün yanında odun getirerek yakılan sobada ıslak çorapların kurutulduğu; tek öküzlü evlerin karşılıklı ödünç verilme yoluyla keşik yapılarak karasabanda kullanıldığı; yaz aylarında atları beslemek maliyetli olduğundan harman işi bitince “yoza bırakılan” atların kışa doğru dağlardan bulunup geri getirildiği; köye inen kurtların tuzakla yakalandığında bir kurdun dudaklarının tel ile dikilerek köyün iki çoban köpeğinin önüne atılarak boğdurulduğu; yere yatırılarak ayakları bağlanan, başının birkaç kişi tarafından tutulan tosunun yumurtalarının altına büyükçe bir taş konduktan sonra başka bir taşla yumurtalarına vura vura iki taşın arasında ezilme işkencesinin yapıldığı bir hayattır “Ben Ali”deki hayat. Kapı üzerinde bulunan kapı tokmağından tok sesli olan üsttekinin erkekler için, ince sesli olan alttaki kapı tokmağının ise kadınlar için kullanıldığı ise Kemaliye (Eğin) yaşamından gelen zarif ve ince bir davranış ürünüdür… Dahası bit zamanları. Gelincik, Yenice, Kulüp ve Harman gibi sigaraların kutu kapaklarıyla oynanılan çocuk oyunları. Harman yeri, düven, saman yapma gibi köyün yaz dönemi işleri ile o yılların gazetelerindeki banka, radyo, zeytinyağı ve büskivi reklamları… “Bu radyolardan Saba marka olanı sloganıyla, evimize her vakit neş’e ve zevk getireceği; Körting marka olan diğeriyse bizi ahenkle sarıp oyalayacağını söylüyordu.” Yağ ve büskivi reklamlarında ise uyarı vardı: “Mahlût Yağlardan Sakınınız! Sabunluk yağları tasfiye ediyorlar, çiçek yağlar ile karıştırıyorlar. Çok dikkat ve ihtiyat lâzımdır. Hasan Zeytinyağı.”  “İsmet Solucan Biskuviti.” İse “Dikkat” çekiyordu: “Kullandıktan yirmi dört saat sonra solucanlar düşmezse çocuğunuzda solucan olmadığına itimad ediniz.” (s.69)

*(Ben Ali / Roman / Günce Yayınları/Haziran 2024/126 sayfa)

 

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor