BİZDE ‘BEKA’ KONUSU VE AMMAN’DA NAMAZ
Mustafa Al-Aşşi, iyi müşterimdi. 1980’lerde, yılda en az dört-beş kez bir arada olurduk. Hem o gelirdi Adana’ya, hem ben giderdim Amman’a. Amca-yeğen olmuştuk. Yanılmıyorsam 1984 yılı idi. Mustafa Emmim İstanbul’da 2,5 ton ağırlığında avize almış. Amman’a taşınması için yardım istedi. İhracat kalemi olarak taşıtabileceğimi söyledim ve dayanamayıp: “Emmi…” dedim, “senin evi biliyorum. Maşallahı var. Ama bu ikibuçuk tonluk avizeyi koyacak yer düşünemiyorum”.
Açıkladı: “Sana söylemedim. Hayır işinin, reklamı yapılmaz. Yaptırdığım cami bitmek üzere. Avize oraya takılacak”.
İki ay sonra davet etti: “Melik (Kral) Hüseyin de katılacak. Açılışa mutlaka bekliyorum.” Açılışa gidemedim çünkü o gün mutlaka Brezilya’da olmam gerekiyordu. Seyahat dönüşü Amman’a gittim camii hayırlamak için. Akşam namazını yeni camide kılmak üzere biraz erkence gittik. Namaz öncesi kıyısını köşesini anlattı emmim. Avize gerçekten yakışmıştı ve biraz da Anadolu havası katmıştı yepyeni mabede.
Müezzin “Kad kaamet-üs-sala” dediği an cemaat ön safa ikimizi davet etti. Tekbir, dua; ardından rükua geçtiğimizde bir farklılık hissettim. Bir iki kişi ellerini dizine koymak yerine yere doğru salmıştı. Secde anında da adeta jimnastik yapar gibi iki avucuna abanarak eğiliyordu. Kıyamda el bağlamak da kişiden kişiye fark gösteriyordu. Bazıları ellerini galiba çapraz biçimde çenelerine doğru uzatıyordu. Kısacası, farz namazlarda alıştığımız uyum yoktu ve bariz farklılıklar vardı.
Cami çıkışı “Bana kalırsa bu namaz fasid oldu, kabul edilmeyecek!” sözü ağzımdan çıkıverdi birden. Emmim biraz şaşkınlık biraz telaşla ve çok ciddi bakışla sordu: “Nasıl yani?” Devam ettim: “Bir çok insanın beden hareketi farklı idi. kafam hep o hareketlere takıldı. Kendimi namaza tam veremedim.”
Mustafa Emmimin yüzündeki ciddiyet ve endişe birden kayboldu. Hatta, tebessüm etti. “Tabii..” dedi, “Sen burada ilk kez camie gidiyorsun. Türkiye’de sadece Sünniler camie gider ve aynı tarzda ibadet ederler. Burada ise Hambelisi, Malikisi, Şafisi, hepsi bir arada namaz kılabilir. Kimse kimseyi yadırgamaz.”
O gün, benim açımdan İslam Coğrafyasını sosyal açıdan daha iyi kavrama yolunda bir kilometre taşı oldu. Sonraki ziyaretlerimde Suriye ve Ürdün’de de dikkatimi çekti. Mezhep asla ayırımcı olmuyordu. Kimse aşağılanmıyor, liderlere inancından dolayı kimse sataşmıyordu. Bırakın İslami mezhep ve tarikatları, Hıristiyanlarla da abi-kardeş geçiniyorlardı. Anlayacağınız, Araplar arasında mezhep herkesin kendi inanç sınırı içinde kalıyordu.
Aradan 30 yıl kadar geçti. Bakıyorum da, Anayasamıza göre laik olan ülkemizde, son yılların siyaset dilinde Alevi ve Sünni sözcükleri çok yer alıyor. Bu da ben üzmekle kalmıyor, “Böyle giderse BEKA SORUNU olabilir mi?” sorusu beynimde fokurdayıp duruyor. Endişemin temel kaynağına da değineyım; kılık-kıyafet ve eğitim itibariyle Ürdün bizden çok daha Avrupai boyutları yakalamış durumda.