DİLENCİ TORBASI

Kirli bezden sarığı vardı. Aynı kirli bezden entari giyer, beline de kuşak diye kendir sarardı. Kirli sakalı dolaşık yumak gibiydi. İlk bakışta yüz ekşitecek bu sıska adam, yüzünden eksik etmediği hüzünlü tebessüm ve yumuşacık sesiyle sempatik gelirdi bana. O, bizim dilencimizdi ve torbası yüzünden defalarca için için ağladığım zavallı adamdı.

O zamanlar zili bilmezdik. Boyum yeterince uzadığı günden itibaren kapı tokmağı vurulduğunda koşarak açma görevini üstlenmiştim. Çalışından anlardım dilencimizin gediğini. Anneme, tercih ettiği tanımlama sözcüğü ile, “Fukaremiz geldi!..” der, koşarak açardım. Her defasında aynı duruş, aynı bükük boyun, aynı hüzünlü tebessüm…Önceleri göz göze geldiğimiz anda “Allah sizi düşürmesin… Allah birinize bin versin…” gibi dualar ederdi. Zamanla, bizim dilencimiz olduğunu fark etmiş olmalı ki, dua yerine gözlerime bakarak tebessümünü gülümsemeye çevirmekle yetinir oldu.

Rahmetli annem “Fukaremizin torbası” nedeniyle çektiğim ıstırabı çok dinlemişti. Heybe gözünden biraz daha büyük torba, en az sarığı ve entarisi kadar kirliydi. Boynuna kendirle asılıydı. Buna, boş çevrilmediği kapılardan verilen artık yemekler üst üste dökerdi. Şimdikilere anlamsız gelecek belki ama, bizim çocukluğumuzda dilenciler sadece cami çıkışında para alabilirdi. Normal sadaka, ekmek parçası yahut bir miktar yemekti. Bir gün verdiğim etli pilavı karmakarışık yiyeceklerin üstüne dökerken içim buruldu; göz yaşlarımı tutamadım. Bu karmakarışık, bayat, belki de bozuk yiyecekleri zavallı çocukları nasıl yiyebiliyor, hastalanınca ne yapıyorlardı. Para yok ki doktora gitsinler, ilaç alsınlar… Dilencimiz hüzünlü gülümsemesini bozmadan beni izledi. Neden sonra, ne daha önce, ne daha sonra duymadığım söz çıktı ağzından, “Allah seni düşürmesin”.

Okula başladıktan sonra görüşemez olduk ama, çocuklarını o kirli torbada biriktirilmiş artık ve birbirine karışmış yemeklerini yerken düşünmeyi yine de hayal edip üzülmeyi sürdürdüm bir süre…

FOTOĞRAF DÜNYASINDA

Ortaokul öğrencisi olduğumda babam, annem üzerinden gelen ısrarıma dayanamayıp çok lüks sayılabilecek 36 pozluk fotoğraf makinası aldı. Hevesle, oraya-buraya gidip fotoğraf çekmeye bayılıyordum. Gezilerden birinde Hergele Yolunu devam ettirdim. İki yanda, kargıdan çitle kapalı bahçeler… Artık insan da yok, insan sesi de… Aniden karşıma çıkan iri köpeğin kirli sarı kocaman dişleriyle karşı karşıya geldim. Gözündeki hiddet, korkunç hırıltıyla daha da ürkütücüydü. Bütün gücümü toplayıp ümitsiz de olsa “Oşt!.. İmdaat!..” demeye çalışıyorum ama ağzımdan çıkan sadece korkunun şekillendirdiği böğürtü… Yaşamım burada sona erecekti kesinlikle… Hırıltı ve dişler iyice yaklaşmıştı ki yüksek sesli biri “Arap!” diye bağırdı. Köpek anında ağzını kapattı, hırlamayı kesti. Bayılmak üzereydim. Gözlerim kararmış gibiydi ama sesi tanıdım: fukaremizdi… Güç kazandığımı hissettim. Şu anda bile aklımda kalan gülümsemesiyle “Seni tanıdım. Koca adam olmuşun be!.. Gel bir su iç…” dedi.

Geniş sayılabilecek bahçedeki derme-çatma kulübe eviydi. Kocaman kümeste sayısız tavuk vardı. Sohbete başladık. Eve yeni dönmüştü. Bir yandan konuşuyor,bir yandan da kirli torbasından çıkardıklarını tavuklara veriyordu. Torbadakiler tavuklar için gıda oluyordu. Çocukları olmamıştı zaten. Yıllarca boşu boşuna üzüldüğümü anladım. O anda, içimde gizlenmiş bir sıkıntının buharlaşıp yok olduğunu fark ettim.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor