DURUP DURURKEN FAKİRLEŞTİK Mİ NE
Televizyonlarda, gazetelerde ve de kapalı kapılar ardındaki küçük toplantılarda enflasyon, devalüasyon, stagflasyon, emisyon gibi bir yığın alafranga sözcükler geçiyor. Bunlarla, ekonomik düzey ölçülebiliyormuş, fakirlik-zenginlik değerlendirilebiliyormuş. Yüzdeli, virgüllü, noktalı bir dolu rakamlar artık baş döndürmeye başladı.
Fakirleşip fakirleşmediğimizi geçenlerde tesadüfen karşılaştığım semt pazarında gördüm. Bu mevsimde pazarlar çok renklidir. Turşuluk, kurutmalık, salamuralık, reçellik rengarenk sebze ve meyce yığınlarının albenisi eşsizdir. Güz güzelliğinin fon musikisi gibi algıladığım satıcı çağrıları da tamamlayıcı ögedir bence. Görüntü ve fondaki sesle durup bir süre izlemeye koyuldum. Çocukluğumda da, pazara giderdim. Aynı ürünler, aynı pazarcı çağırışları o zaman da vardı. Fakat bu kez bir şeyler eksikti. Ne olabilir diye düşünceye daldım ve kıyaslamaya çalıştım. Değişen, alıcıların kılık kıyafeti ile taşıma araçlarıydı. Tekerlekli taşıma sepetleri, kargı dilimlerinden örülü sepetlerin yerini almıştı. Plastik poşetler de kese kağıdına son vermişti.
Dalıp gerilere gittiğimde, değişikliğin nedenini buldum. “Hamballar” yoktu. “Hambal”, büyüklerimizin dilinde “hamal” anlamını taşırdı. Arapça kökeni de “hammal” olmasına karşın Adana fonetiğine uygun olarak hambal’laştırılmıştı. Dikkat ederseniz, pamuk da, büyüklerimizin dilinde çoğu kez pambık’tır.
Çok değil, 10 yıl öncesine kadar pazar yerlerinde sırtı küfeli hamallarla karşılaşırdık. Hatta alışveriş yaptığımız tezgaha birkaçı yanaşıp “Hamal lazım mı?” diye sorardı. Her yaştan olabilirlerdi. Onbir ya da oniki yaşındaki çocuk hamalları da görürdük, altmışlıkları da. Eşim, çocuk hamal gördüğü zaman azıcık yükümüz de olsa çağırırdı.
Genellemek gerekirse, hamal küfeleri oldukça büyüktü. Azıcık yanılabilirim belki, otuz-kırk kilo yükü rahatlıkla sığabiliyordu. “Otuz- kırk kilo yük” yazdım ya, kuşkum yok bazıları için abartı sayılır. Bizim kuşak için, normaldir. Sıradan bir liste yapalım: 3 kilo patates, 3 kilo soğan, 2 kilo balcan (patlıcan), 5 kilo banadura (domates), 3 kilo mantaş kabağı, 7 kiloluk karpuz, 3 kiloluk kavun, biraz bamya, biraz fasulye, salatalık, limon, yeşillik, süzme yoğurt vesaire ile birlikte kırk kiloyu haydi haydi bulur. Eklemem gerekir ki, bizim kuşak, çok çocuklu ailelerde yetişmiştir. Örneğin biz beş kardeştik.
Vatandaş, pazara geldiğinde gözünün beğendiğini alırken cebini-cüzdanını pek düşünmezdi. Hamallar sayesinde de taşıyıp taşıyamama sorun değildi. Bir bakıma yiyecek açısından ciddi sıkıntı yoktu. Üst-baş mütevazı olabilirdi ama, gıda açısından gözyaşını içine akıtan olmazdı en azından.
Daldığım geçmiş zaman pazarlarını aniden terk ettim. Baktım, millet poşete ürün koyarken tek tek sayıyor. Poşetler zayıftı. Kiloluk alışverişler tane ya da grama dönüşmüş. Turşuluklar eskiden birkaç çömlek dolduracak kadar alınırken, şimdi iki küçük kavanoza yetecek kadar alınıyor. Eskiden mevcut meyveden alma alışkanlığı varken, şimdi tek bir meyve, o da keseye en uygun olanı hangisiyse, o alınıyor. Belli ki ürüne değil, etikete göre karar verilmekte. Taşıtacak kadar ürün alınamayınca, hamala göre iş kalmamış. Tekerlekli taşıma sepetlerinin dolu olanı pek az…
Aklıma o televizyonlardaki, gazetelerdeki “Enflasyon, bilmem nesyon…” gibi sözler geldi. Fakirlik-zenginlik veya refah düzeyi birimleri denilen sözcükler… Ne lüzumu var böyle ince ince hesapların? Pazara gelip on dakika izlesinler, yeter. Örneğin ben biraz izleyince kendi kendime dedim ki, “Durup dururken fakirleştik mi ne?”