EKMEĞINEN YE Kİ YÜREENİ DUTSUN

“Çocukluğumuz, 1909 İğtişaş’ını, Birinci Dünya Savaşını, Fransız İşgalini, Kaç-Kaç’ı ve Kurtuluş Savaşı ile Atatürk dönemlerine tanıklık etmiş büyüklerimizi dinlemekle geçti” dersem, yeri var. Büyüklerimiz, yani dedelerimiz, nenelerimiz üst üste patlayan savaşlar ve özellikle Kaç-Kaç felâketi dönemlerinde ciddi kıtlık ve açlık günlerini unutmadılar. Bu nedenle de, özellikle yiyecek israfına asla göz yummazlardı.
O dönemlerde ekmek yapacak unu bulabilmek de kolay değildi. Ellerine ne geçerse; buğday, mısır, arpa, yulaf ve hatta süpürge darısı tohumu, karıştırıp ekmek yaparak çoluk-çocuğu aç bırakmamanın çekilmez tasasını da unutmamışlardı. Ekmek bulunsa, katık bulunmazdı. Az bir yemek yapılabilirse, bol ekmekle yenilirdi ki, karın doysun. O günlerin verdiği alışkanlıkla, bizim kuşak büyüklerinden “Yavrım ekmeğınen ye ki yüreeni dutsun” önerisiyle pek sık karşılaşmıştır. Yüreği tutan yiyecek demek, doyurucu yemek demekti. Yemeği ekmeksiz ya da az ekmekle yiyen çocuk çabuk acıkabilir ve akşama yeterli yemek kalmayabilirdi.
Ekmek sözcüğü un, su ve ateş üçlüsünün verdiği nimetten fazla anlam taşırdı. Halen de öyle olduğunu söyleyebilirim. Dikkat ettim de, son beş-altı yılda “Ekmek derdi, Ekmeği bulamamak, Ekmek peşine düşmek, Ekmeği kesilmek…” gibi ifadeler sıklaştı ve giderek artıyor. Ekmek, bize göre kutsaldır, nimettir, kazançtır, iştir… Yerde ekmek parçası bulunca mutlaka alır, üç kez öptükten sonra ayak basmayacak yere kaldırırdık.
Başta Profesör Canan Karatay olmak üzere, bazı bilim insanları “Aman ekmek yemeyin” havasında fetva yarışına girdiler. Bilimsel açıdan bakıldığında, günümüz ekmeğindeki özellikler bu fetvaları haklı çıkarıyor. Velâkin, neden ve ne kadar haklı olduklarını yeterince anlatmıyorlar. En iyisi, “yüreemize dutsun” diye ekmeği bol yiyen kuşağın son temsilcilerinden biri olarak konuya bir neşter atmak. İzninizle, atıyoruz neşteri…
SÖZE “HAS EKMEK”LE GİRELİİİM VE GÖRELİM
Has Ekmek üretimi Adana’ya geldiğinde 6-7 yaşlarında çocuktum. Şöyle –böyle 70 yıl olmuştur demek ki… Sadece Asri Fırın has ekmek çıkarıyordu. Asri demek, çağdaş demek. Fırın, Abidinpaşa’da, şimdi Merkez Bankasının oturduğu alanın batı köşesindeydi. Ekmeği odunla değil de buharla pişirdiğini söylerlerdi. Gerçekten öyle mi, bilmiyorum.
Has ekmeğin dışı gevrek, içi bembeyazdı. Çünkü unundaki kepek tamamen ayrılıyordu. Belki bazı katkı maddeleri de vardı, kim bilir!.. İştah açıcı görünüşe sahipti. Çok tutuldu. Asri Fırın neredeyse satıcılarına ekmek yetiştiremiyor, çıkan ekmekler anında fırında tüketiliyordu.
YILLAR GEÇTİ ESMER EKMEK ARANIR OLDU
Diğer fırınlar da ürettiklerini has ekmeğe benzetmeye çalıştılar. Kepeği olanaklar elverdiğince ayırdılar. Böyle, böyle yıllar geçti. Bir de fark ettik ki, buğday kepeği son derece yararlıymış. Bir kere lif kaynağı olduğu için kabızlığa aman vermezmiş. Ayrıca tansiyonu düşürüp lipit yoğunluğunu kontrol edermiş, Başka; çinko ve bakır elementlerini içerdiği için vücuda sayısız yararları varmış.
Hal böyle olunca, millet has ekmek sevdasından ister istemez vaz geçti. Bu kez de, kepeği bol ekmek diye bir yeni ürün icat edildi; ekmeklerdeki kepek düzeyi yeniden düştü. Yani, şimdi genel olarak aldığımız yaygın üretimdeki ekmekler, çocukluğumuzdaki ekmeklerden tamamen farklı.
ÇARŞAMBAYA: RUŞEYMSİZ EKMEK YİYORUZ