ESKİ BUZCULAR VE 32 DİŞİN TRAMPETİ

Klima yoktu. Vantilatörü de ilk kez, İhsan Önal Hastanesinde, ameliyat olan halamı ziyaret ettiğimizde görmüştüm. Tavandaydı. Hastane Ulus Parkı’nın hemen güneyinde, nehir kenarında olduğundan serin havadan da yararlanıyordu.

Yaylalarda, katır sırtındaki çuvallara sıkıştırılmış kar satıcıları olurmuş.Yaylamız yoktu, bağa gidrdik. İlk kez 12 yaşımdayken Namrunu gördüm ama yazın ortasıydı. Karı ilk kez hala oğlu Sırrı Abimin askerden gönderdiği altı-dokuz fotoğrafta gördüm. Tarifini çok dinlemiş, daha iyi anlamak için askerlik yapmış büyüklerimizi soru yağmuruna tutmuştum. Soğuk olduğunu biliyordum. Karsambaç için buzun rendelenmesiyle elde edilen ince-kıyım buza çok benzediğini de anlatmışlardı.

Neticede, kar ile buz arasnda çok sıkı bir ilişki olduğundan emindim. Buzu tabii ki biliyordum. Adana yazlarının simge ürünüydü. İstisnasız, her sokakta en az bir buzcu olurdu. Bunların buzdolabı vardı ama elektriksiz, motorsuzdu. Her yanı, 5-6 santim kadar uzaklıkta iki çinko levhanın talaş doldurulmasıyla yapılırdı. Böylece dolabın içindeki buz kolay kolay erimezdi.. Dolabın üstünde bir kalıp buzun üç yanını saracak çıtalar yer alırdı. Buzcunun olmazsa olmaz gereçleri tahra (dövme satır) ile balık ipliği sarılı masuraydı. “Kuruş” satış birimiydi. Bir bodiçlik buzun yüz paraya, yani iki buçuk kuruşa satıldığını anımsarım. Bodiç, bakırın dövülmesiyle yapılan kalaylı sürahiye verdiğimiz isimdi. 10 kuruşluk buz koca bir testiyi uzun süre soğutabilirdi. Tahra ile kesilen buz parçazının iki yanına, ortaya gelecel şekilde çentik atılır ve buraya ip bağlanarak alıcıya teslim edilirdi.

Buzcular aynı zamanda gazoz satıcısıydı. Çünkü buzun istiflendiği dolabın bir yanına dizilen şişelerdeki gazoz da ister istemez soğumuş olurdu. O yıllrda ne kolayı bilirdik ne de kutularda satılan çeşitli içitleri. Ayran, gazoz, limonata, asma ve “Otuz iki dişine trampet çaldırmazsa bedava” diye satılan aşlama… Bildiklerimiz bunlardan ibaretti.

Ayranı, limonatayı herkes bilir de, asmayı yeni kuşakların bildiğini pek sanmam. Anlatayım… Çocukluğumuzun Adana’sında avlusuz ev, döllesiz avlu olmazdı. Dölle, yükseklere tırmanabilen ve esas olarak koruk ekşisi sağlanan bir cins üzüm ağacıydı. Meyvesi iri çekirdekli, kalın kabuklu ve az lezzetliydi ama zaten üzümü değil, koruğu için dikilrdi. Avlunun bir yanına kurulmuş çardağa uzandığı için olmalı, yaygın adı “asma” idi. Her yıl budanırdı. Verimi yüksekti. Yediveren türünde koruk eksik olmazdı. Koruğun dövülüp sıkılmasıyla elde dilen ekşisi babağannuş, bamya, salata, kısır gibi yiyeceklere çok yakışırdı. Bir de “asma” denilen şurubu olurdu ki, azıcık şeker ve bir parça buzla doyumsuz mu doyumsuz sayılırdı. Mevsim sonunda koruğun tamamı toplanıp sıkılır, kaynatıldıktan sonra güneşlendirilerek kışa hazırlanırdı.

Kentin orasında, burasında çok sayıda ayrancı olurdu. Bunların tezgahı, emaye silindir kova ile üstüne monta edilmiş cam kapaktan ve çepeçevre dizilmiş birkaç bardak ve tuz kabı ile ibrikten ibaretti. Kapak ortadan menteşeli olduğundan sadece servis sırasında kısmen açılırdı. Bardak, ibrikten dökülen iki kaşık dolusu var-yok suyla çalkalanarak bir sonraki sunum için temizlenmiş sayılırdı.

Alıcının tercihine göre bardağa atılan bir miktar tuzun üstüne “parç” dediğimiz silindirik cezveye benzeyen gereçle doldurulan ayran defalarca bardaktan parç’a dökülerek köpürtülürdü. Bardak hijyenin sıfırın ne kadar altında olduğunu yıllar sonra farkettiğim o nefis ayrandan ben de defalarca içmiştim. Söylemeye gerek var mı, bilmem, ayran kovasında eridikçe yenilenen on kuruşluk buz konulurdu.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor