EVLERİMİZ MUTLAKA BİR AVLUYA AÇILIRDI

Çocukluğumuzun Adana’sında avlusuz ev hayâl bile edilemezdi. Çoğu, “çinko” dediğimiz oluklu galvanize saçla, tahta yahut teneke ile çevrili olurdu. Teneke dediğimiz ise, kullanılmış gazyağı, zeytinyağı yahut peynir tenekesinin açılıp yan yana getirilmesiyle sağlanırdı. O yıllarda gaz yağı 20 litrelik teneke ambalajlar içinde de ithal edilir ve bu nedenle bu malzeme bol bulunabilirdi.

Arada bir dikenli telle çevrilmiş avlu ile de karşılaşılırdı ki, bunlar ayrıca çeşitli sarmaşıklarla donatılmış olurdu. Dolayısıyla, ilkbahardan kış başına kadar pembe-mor çiçekli yeşil bir avlu duvarları da görülebilirdi.

Bazıları da, avlularını çevirmeyi bile düşünmez, açık bırakırdı. Hırsızdan pek korkulmazdı. Zaten Adana’nın hırsızları da belliydi. Arada sırada bir şeyler yitirildiğinde, bunu kimin almış olabileceği tahmin edilirdi. Galiba o hırsızların gözü-gönlü toktu; ufak-tefek şeylerle yetinirlerdi.

AT, EŞEK, İNEKLER VE DEE “PİNESLER”

Her sekiz-on avludan birinde inek besleniyor olmasını hiç yadırgamazdık. Bazılarında birkaç inek bir arada olabiliyordu. Kış yağmurlarına karşı üstü örtülü, en az iki tarafı açık bir alan yeterliydi. Kuşkusuz, avlunun bu tarz düzenlenmiş köşesine ahır ismi veriliyordu. Ahırların çoğunda at ve bazılarında eşek de olabiliyordu. Atlar daha çok bağ sahiplerinin özel arabalarına koşulmak üzere beslenirdi. Eşek ise çilekeş, bakım sorunu olmayan ve üstelik ucuz bir taşıttı. Hem şehir içinde, hem de bağ yolu trafiğinde mükemmel hizmet verirdi: bir bakıma, canlı pikap sayılabilirdi; çünkü heybedeki yükle birlikte insanı aynı anda taşıyabilirdi.

Geniş ve sığırlı avluların orasında, burasında hayvanların bağlandığı kazıklar veya katran ağacından kesilmiş kalın direklerdeki dövme demirden halkalar birer imza gibi dururdu. Sığır tayfası, gün doğumundan hemen sonra hergele dediğimiz sürüye kendiliğinden katılır, gün batımında da geri dönerdi. Yüzlerce inek, tosun, dana, boğa, kendi avlusuna yaklaşınca hiçbir müdahaleye gerek kalmaksızın sürüden ayrılır, bağlanacağı kazık veya halkanın yanına oturarak geviş getirmeye başlardı. Hergelenin geçişinden hemen sonra, bazıları dışkıları toplayarak ya gübre ya da yakacak amaçlı biriktirirdi. O yıllarda, “tezek” dediğimiz kokar-yakıt Adana’da da kullanılmaktaydı. Yanıltmış olmayalım; tezek’ten çok, bir Adanaca vurgusu ile Tezzek şeklinde telaffuzu daha yaygındı.

ŞALGAMIN İYİSİ AHIRDA OLURDU

Şalgam üreticisi veya şalgam meraklısı ailelerin ahırları biraz daha muhkemdi. Bunlar, ısıtılmadan bile ılık olurdu. Sanırız, şalgamın iyisi de ahırlarda mayalanırdı. Tahta fıçılara basılmış şalgam bir süre ahırda tutulduktan sonra toprak küplere aktarılıp bu kez de soğuk havaya maruz bırakılarak lezzetin üst düzeyine taşınmış olurdu. Bunların ticari takdimi de “Ayazlı, buzlu şalgam!” şeklinde yapılırdı.

Hayvanlar Âleminin avludaki uzantılarından biri de “Pinesler” idi. Ne hikmetse, bazı büyükler “kümes” yerine “pines” demeyi yeğ tutardı. Bir kaçından da “Pine” şeklindeki ifadeyi dinlemişizdir. Meyve ve sebze artıkları kümes hayvanları tarafından tüketilirdi. Plastik, naylon ve metal ambalaj da olmayınca ve her türlü şişe de iyi para ettiğinden, çok az çöp birikirdi. Her üç evden ikisi değilse, iki avludan birinde mutlaka bir kümes vardı. Biz o yıllarda hep taze yumurta yer, katkısız gerçek şalgam içerdik.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor