FASULYE TORBASI VE KİBRİT KUTUSU

Başladığım gün ilkokula babamla gittik. Başöğretmen
Necmi Ergündüz
 arkadaşıydı. Aksayarak yürür, çok iyi akardiyon çalar ve 16 milimetrelik sinema makinesi işletirdi. Bizi görür görmez yaklaştı, elimden tutup kısa kesilmiş saçları ve şefkatli bakışlarıyla içimi ısıtan ve anında “Keşke öğretmenim olsa” diye içimden geçirdiğim Şazimet Öğretmen’e teslim etti. 1 A sınıfına böyle girdim.

Sıra olmayı çabuk öğrendik. Kolları uzatarak sıralar arası mesafeyi ayarlıyorduk.
Sınıfa girer girmez öğretmenimiz hangimizin kiminle ve nerede oturacağını
gösterdi. İkişer kişilik sıralardaydık. Yanıma, iki yıllık Elif oturdu. Zaten okula geç başlamış, bir de sene kaybetmiş ya, neredeyse genç kız gibi. Öğretmenim “Elif, bu arkadaşın sana emanet. Teneffüste de gözlerini üstünden ayırma” diyerek teslim etmişti. Uzun boylu kız arkadaşım bu tembihe abartılı biçimde uydu. Su içmeye gittiğimde bile diğer çocukları iterek musluk ayarlıyordu. Karcaoğlan’ın “İncecikten bir kar yağar/Tozar Eliiif Elif diye” beytiyle başlayan türküsünü çok güzel söylerdi.

İLK HÜSRAN VE EFENDİM

İlk gün adımızı, soyadımızı ve babamızın ne iş yaptığını söyleyerek başladık derse. İki arkadaşımız, adını-soyadını söyledikten sonra durakladı ve biri sessizce, diğeri hıçkırarak ağladı. Birinin babası vefat etmiş, diğerininki ise hapse düşmüştü.

Şazimet öğretmen her şeyden önce izin almadan konuşulmayacağını öğretti. Bir şey söyleyeceğimiz zaman parmağımızı kaldırarak “Efendiim” diye seslenecektik. Bizim kuşak “Efendim” diyerek başladı. Sanırım dördüncü sınıftan sonra “Öğretmenim” de devreye girmişti. İkinci
veya üçüncü derste “Daha dün annemizin, kollarında yaşarken/Çiçekli bahçemizin yollarında koşarken/Şimdi okullu olduk, sınıfları doldurduk/Sevinçliyiz hepimiz/Yaşasın okulumuz…” şarkısını
öğrendik.

TABİİ Kİ ATATÜRK!..

Duvar boyunca uzanan geniş kara tahtanın üstünde, tam ortada asılı büyük
boy fotoğrafı işaret ederek, “Kim bu, bilen var mı?” diye sorduğunda o minik hançerelerden çıktığına inanılamayacak kadar güçlü cevap almıştı Şazimet Öğretmenimiz. Hepimiz aynı anda

Yüksek sesle “Atatürk!..” diye bağırıp “Aferin” almıştık.

FASULYE TORBASI VE KİBRİT KUTUSU

Son dersimizde, ailelerimize ödev verildi. Her kesin, bağcıklı
küçük bez torbası
 olmalıydı. Akşamdan ıslatılmış 50 tane kuru fasulye,
ertesi gün ikiye ayrılarak kurutulacak ve bu torbaya doldurulacaktı. Ayrıca, bir kutu kibrit yakılır yakılmaz suya atılıp söndürülecekti. Birkaç gün sonra fasulye ve kibrit çöplerini peş peşe dizerek ve ulayarak şekiller yapmaya, derken harfleri yazmaya başladık. Şöyle söyleyebilirim; o yarım fasulyeler ve kibrit çöpleri bizim en gerekli ders araçlarımız olmuştu.

Annem her gün çantamı boşaltıp yeniden düzenlerken eksik olup olmadığını da kontrol ettiği için sesli yapardı bu işi:  Alfabeee, resim defteriii, yazı defteriii, kurşun kalemleeer, kalem açacağı (kalem tıraş sonradan girdi lügatimize), altılı boyalı kaleeem, silgiiii, fasulyeee, kibritleeer, fişleeer… Ee!.. Açılır
kapanır su tasın?..  Burdaymış, burada… 

Alfabemizin kapağında küçük kız çocuğuna okumayı öğreten Atatürk vardı. Her sayfası şahane diyebileceğim tarzda resimliydi. Yarısı tamamen büyük harflerle, diğer yarısı ise küçük harflerle hazırlanmıştı.

Servis bilmezdik. O yaşta, şiddetli yağış da olsa, okulumuza kendimiz gider, eve kendimiz dönerdik. Öğretenimiz i yakın akraba bilirdik. Söylediklerini dikkatle dinler, önerdiklerini uygulamaya özen gösterirdik. Ailelerimiz de öğretmen ve öğretmenlik mesleğine son derece saygılıydı. Öğretmenin kararı asla tartışılmaz, derin saygı ile karşılanırdı…

İlkokulda tablet kullanmadık. Çünkü tablet icat edilmeden en az elli sene evvel başlamıştık okula. O koşullarda yüreğimizde yeşeren Atatürk Sevgisi, her yıl bizi katlayarak büyüdü.

 

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor