FRANSIZIN SIKIYÖNETİMİ SANKİ YALNIZCA TÜRKLERE KARŞIYDI

Müftü Vekili Hüsnü Efendi’nin tarihi belge niteliğindeki mektubunun sonraki paragraflarında alınması gereken acil 3 temel önlem öneriliyordu. Mektubu alan İran Konsolosu Asaf Han vilayete giderek öfke kustu. Bremond en sonunda silahlı jandarmalarla Konsolosu dışarı çıkarmak zorunda kaldı. Asaf Han’ın Müslümanlar için devamlı demarjda bulunmasından rahatsız olan işgalciler öldürme kararı aldılar. Karar bir şekilde öğrenildi ve İran Konsolosu gizlice Adana’yı terk etti.
Kargaşa o denli büyüdü ki, Fransızlar ortalığı yatıştırmak bahanesile 4 Temmuz akşamı ertesi gün sabahtan geçerli olmak üzere sıkıyönetim ilan etti. Gelin görün ki, sıkıyönetim sanki sadece Türkleri kapsıyordu. Sıkıyönetim bildirgesinden bazı yasaklamaları özetleyelim de, Avrupalı ince dostlarımızın davranışları biraz daha anlaşılır hale gelsin:
- “Yetkililer tarafından görevlendirilmiş kişiler dışında hiç kimse kentte silahla gezemez” dediler, fakat bu maddeyi Ermenilere uygulamadılar.
- Müfreze giriş-çıkışlarını sıkı kontrol altına alırken, emirlere uymayanların öldürüleceğini belirttiler.
- Kahvehaneleri, ertesi gün, yani 6 Temmuz öğle vaktine dek kapattılar. Sonraki günler içinde kahvehaneler için sadece saat 12 ile ikindi saat 5’e kadar açılma izni verdiler. Lokantalar için de sadece saat 11 – 14 ve 18 – 21 arası açılma hakkı tanıdılar.
- Gece fenersiz sokağa çıkılmasını yasakladılar. Saat 23’ten sonra sonra evlerde hiçbir surette ışık yakılmamasını emrettiler. Fakat Ermeni tedhişçiler, sabaha kadar istedikleri gibi at koşturup sabahlara dek silah patlatabiliyorlardı.
- Sıkıyönetim öncesi elinde hangi cins olursa olsun elinde silah ve cephane olanların bunu mahalle polis karakolu vasıtasıyla Fransız Valiliğine yazılı olarak bildirmesi emredildi. Gelgelelim göçmen Ermeniler bu maddeyi hiç mi hiç tınmadıkları gibi, daha da çok silahlandılar.
- Fransız Valiliğinden izinsiz hiçbir toplantı yapılamayacağını, kişilerin yolda bile yan yana gelmemeleri gerektiğini bildirdiler. Göçmen Ermeniler ise istedikleri gibi toplanıp diledikleri gibi davranabiliyorlardı.
Aslında, “Kırk-katır mı, kırk satır mı?” ikileminin hangi ucuna itildiklerini bile düşünemiyorlardı. Adana deyimi ile, eyitten (adamakıllı) dellenmişlerdi. Hele o anlı-şanlı, elbiseleri jan-janlı, yüreği kanlı yüksek subaylar, kırk kuduz köpeği aratacak kadar kudurmuşlardı.
Özellikle de, Pozantı Komutanı Binbaşı Menil (Tahtabacak Menil, Topal Menil) ve taburunun bir avuç mücahidimize esir olmasına inanmak istemiyorlar, harbi, bir kabus olarak algılamaya çalışıyorlardı.
İşte, çoluk-çocuk, kız-kızan, genç-yaşlı demeden, insanlık tarihinin asla bir benzerini gösteremeyeceği insafsız, izansız, vicdansız baskıların ardında, aylardır anlatmaya çalıştığımız olağanüstü zaferlerin hazımsızlığı vardı. Öyle ki, “Aman!..” dileyip istedikleri ateş-kes süresinde bile, cinayet, ırza tasallut ve işkence uygulamasında paslaşabilmişlerdi.
Ortak plana dayanmış bir insanlık dramı, beşeriyetin soyut utanç anıtı idi. Ele-güne karşı Kilikya Bölgesi sorumlusu olarak sahne alan Fransız, “Kent içinde öldürürseniz biz güç durumda kalabiliriz; en iyisi, sürelim bir güzergaha, şehir dışına geldiklerinde ateş açar işi guya bizim kontrolümüz dışındaki bir yerde bitirmiş olursunuz” demişti Ermeniye…


