GERÇEKTEN DE UTANÇ İÇİNDEYİM NASIL ÖZÜR DİLERİM, BİLEMEDİM

Utançla gelen ruhsal baskıya katlanamazken üstüne gelen çaresizlik karşısında eziliyorum. Saygısızlığın bu boyutları yakalayabileceğine asla olasılık tanımazken, şimdi ne yapacağımı, nasıl özür dileyeceğimi bilmiyorum, bilemiyorum. Geçtiğimiz Kurtuluşun kent olarak, bu yıl da Cumhuriyet’in Yüzüncü Yıldönümünü ülke olarak değerince önemsemedik.
Ulu Önder Atatürk’ten özür diliyorum.
Can yoldaşı, Kahraman İsmet Paşa’dan özür diliyorum.
Ege’de düşmanı bağrına basmaya hazırlananlara Galip Hoca adıyla köy köy, cami cami dolaşıp halkı hidâyete yönlendiren Celâl Bayar’dan özür diliyorum.
Birinci Dünya Savaşında, kırk günlük babamı bırakarak gittiği cephede şehit düşen dedemden özür diliyorum.
Kurtuluş Savaşında, elde yok, avuçta yok; üstte yok, başta yok… Aç ve çıplak, yalınayak, Toroslarda düşman kovalayıp topraklarımızı ve geleceğimizi kurtaran aslan parçalarından özür diliyorum.
Bu topraklar için toprağa düşmüş askerlerden özür diliyorum.
Adana Kurtuluşunun Yüzüncü Yılını büyük coşkuyla kutlar diye ümitliydik. Çok şey beklemiştik… Yasak savmak diyebileceğimiz kadar bile etkinlik olmadı. Yüz yıl geçti, gitti. Belki 125’inci, belki 150’nci yılda çocuklarımız ve torunlarımız bizden daha vefalı çıkar da değerlendirir.
YA CUMHURİYET!..
Parasız-pulsuz, askersiz-ordusuz, silahsız-pusatsız halde inanılmaz mucizeler yaratarak yedi düvelle başa çıktıktan sonra yepyeni bir devleti kurup ayağa kaldıranları ve yaptıklarını unutmuşa benziyoruz. Onlar inandılar ve daha önemlisi inandırdılar. Osmanlı’dan kalan borçları bile taahhüt ederek yok-yoksul kutsal yola düştüler. Mustafa Kemal Paşa önderliğinde çıktıkları yolun çağdaşlık ve gelişim kapısını Cumhuriyet’le ve ardına kadar açtılar. Okur-yazarı neredeyse olmayan, doktorsuz, ebesiz, teknolojiyi tanımamış, on binlercesi frengili, bir o kadarı trahomdan görme özürlü, evi barkı yakılıp yıkılmış, gençlerini şehit vermiş insanlarla çıkılmış yola. Hukuk oturtulmuş, fabrikalar kurulmuş, demiryolları açılmış, eğitim şahlandırılmış, uçak üretilip ihraç edilmiş…
Ve biz, böyle bir geçmişi, çağdaşlık ufkuna yönelişin yüzüncü yılında hak ettiği biçimde kutlamıyoruz. Şunun şurasında 29 Ekim’e bir hafta kalmışken programlanan her konser, geçmişimiz adına, kendi kanımca, kanser demektir. Kalan günlerde “Yüzüncü Yıl Onuruna” diyebileceğimiz hiçbir şey yapılamaz artık. Derler ya; “Geçti Bor’un bazarı, sür eşşeğini Niğde’ye…”
20 EKİM’İ BİLMEZLER
Sene 1921… Bölgemizi istilâ eden güçler, ellerindeki uçaklara, toplara, tanklara, makineli tüfeklere karşı dolma tüfek-kara barutla mücadele eden kahramanlarımıza yenik düşüp aman dilemişlerdi. Batı Anadolu halen düşman elindeyken, Adana ve çevresi güçlü-kuvvetli düşmanını sindirmişti bile. Fransızlar, oradan, buradan yaklaşarak Mustafa Kemal Paşa’ya gelip ricada bulunurken, “Olan olmuş, iki taraf kan dökmüş, bundan sonra barışalım, dost olalım…” demişler. 20 Ekim 1921 günü Ankara Antlaşması ile çekilmeyi taahhüt etmişler. Öyle ki, uçaklarını, tanklarını, toplarını, güçlü-kuvvetli atlarını, tüfeklerini, mermilerini bize bırakıp gitmeyi kabullenmişler.
İşte, o 20 Ekim 1921 günü, Mustafa Kemal Önderliğindeki Türk Toplumunun, yani Türkiye’nin ilk kez bir uluslararası anlaşma ile dünyaya kabul ettirildiği gündür.
5 Ocak ile 29 Ekim’i umursamayanların 20 Ekim 1921’in önemini akıllarına bile getirmeyeceğine eminim. Kanıksamış da değilim; asla!..
Ben özürler dilemeyi sürdüreceğim…
Bazen içimden lânet okumak gelse de!..