GÜNDEMİMİZ BAŞLAR VE AYAKLAR OLDU

Hani Konya’da kutlanan 24 Kasım Öğretmenler Günü’nde Vali Cüneyit Orhan Toprak, konuşma yapacağı sırada karşısında bacak bacak üstüne attı diye öğretmen sandığı kişiyi herkesin içersinde azarlamıştı ya.. Hani “Sen öğretmen misin birader? Öğretmen gibi otur da bir görelim” dedi ya. Bu tavır Külhanbey tavrı olarak değerlendirildi, öğretmen sanılan kişi gazeteci çıktı ya!.. Akp Grubu’nun lideri ilahiyatçı Mustafa İslamoğlu, durumdan vazife çıkarmış
Olayı Yahudiliğe kadar uzatmış, şöyle demiş;
“Bacak bacak üstüne atmaya karşı takıntı Yahudi teolojisinden ithaldir.
Yahudi ilahiyatına göre Tanrı dünyayı altı günde yarattı, yedinci gün (ayrıntı önemli) BACAK BACAK ÜSTÜNE atıp dinlendi.
Bu yüzden bu hareket Tanrı’ya hastır, yapan ayıplanır.
Vazgeçin artık şu Yahudileşmeden.”
Vay be! Durum yahudileşmeye kadar gitti desenize..
Vay be.. Önce öğretmen sanıldı ayak ayak üstüne oturan adam… Sonra gazeteci olduğu anlaşıldı, sonra da Türkiye’nin gündemine oturdu Yahudi ithali oldu. Yani Yahudiler ayak ayak üstüne atarmış öyle mi oluyor. Valla ben ayak ayak üstüne atarak daha rahat ederim. Yahudi olduğumu söyleyene de ağzıma geleni söylerim.
Büyük önder Atatürk’ün aşağıdaki fotoğrafını nasıl değerlendiriyorsunuz beyefendi? Bakın ayak ayak üstüne atmış, çokta yakışmış. Yahudi teolojisinden alıntı mı yapmış Atatürk Ne günlere kaldık. Hani derler ya yalakalıkta sınır yok. Aynen öyle..
Ayak ayak üstüne atanı eleştiren bir kafadan şükranını göstermek için İnönü’nün ayağını öpmeye kalkışan bir vatandaşın tavrını değerlendiren bir başka yazara bakalım o ne demiş..?
Yazarın adı Mustafa Armağan. Masasının üstünde iki fotoğraf varmış. Biri sayın Cumhurbaşkanını Erdoğan’ın alnından öperken çekilmiş fotoğraf. Diğeri Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ekibin ikinci adamı ve ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün şükran duygularını sunmak için ayaklarına diz çöken bir vatandaşın fotoğrafı..
Mustafa Armağan bu olayı öyle bir çarpıtmış ki. Güler misin ağlar mısın cinsinden. Okuyun ama lütfen sinirlenmeyin. Ağzınızdan kötü söz de çıkmasın. Ama geldiğimiz durumu bir değerlendirin. Sonra kendinize şunu sorun “O adam yalvarıyor mu, yoksa Cumhuriyeti kurduğu, vatandaşlık hakkına kavuştuğu, insan yerine konulduğu için şükranlarını dile getirmek için mi ayaklarına sarılıyor.
Buyrun işte yazı.. Başka sözüm yok;
İki fotoğraf duruyor masamda.
Biri 1960’ların ortasında çekilmiş.
2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü muhtemelen bir kongrede sahneye doğru ağır
adımlarla yürüyor.
Artık beklentisi her neyse yerinden fırlayan bir fani ayaklarına kapanmış,
kundurasını öpüyor ki şapır şupur.
Paşa hazretlerinin yüzünde ise herhangi bir yadırgama, bir mahcubiyet ifadesi
yok.
Öyle ya, gayet normal.
Yıllarca kunduralarını öpenler kervanına bir fani daha katılmış katılmamış, ne
fark eder ki?
Bu arada galiba sağdaki koruması, sadece o birazcık rahatsız olmuş olmalı ki,
adamı ellerinden tutup kaldırmaya davranmış. Korumanın derdi mahcubiyet filan
değil besbelli, Paşa ayağını adamın dudağından kurtarıp da sahneye yürüyemiyor,
zoruna giden o.
Milletin on yıllarca “Geldi İsmet, kesildi kısmet” diye diline pelesenk ettiği
bir tekerlemenin kahramanı olan Paşamız ayağını nasıl kurtardı, bilmiyoruz.
Bildiğimiz, 27 Mayıs darbesinden sonra bu kez silah zoruyla Başbakanlığa
getirildiği ve ölene kadar da bu millete “Sizi ben kurtardım, bana ebediyyen
borçlusunuz” demekten bıkmadığıdır.
İnönü öldüğünde Bursa’da Çelebi Mehmet Ortaokulu’nda öğrenciydim. Okulca tören
yapmış, bize yas tutturmuşlardı!
CHP hala milletin başının üzerinde, İnönü’nün 50 yıl boyu sallandırdığı “Sizi
ben kurtardım, bana ebediyyen borçlusunuz” kılıcını elinden bırakmama
uğraşında. Gerektiğinde kılıcı aba altından veya açıktan gösterdiğini bilecek
kadar yaşadık.
Halka ayak öptürenlerin ipi inşaallah 16 Nisan’da çekilecek ve millet
bağımsızlığını engelleyen bağlardan bir kaçından daha kurtulacak.
Bu nasıl sağlam bir zincirmiş ki, kopar kopar bitmiyor mübarek.
Bilelim ki, bütün zincirlerin altında da bizzat, resimde ayağını öptürdüğünden
gayet memnun olduğunu gördüğümüz İnönü’nün imzası okunuyor.
Cumhuriyetin fabrika ayarlarının değişeceği o günü sabırsızlıkla bekliyoruz.
Mazlumların koruyucusu
Masamda duran ikinci fotoğrafa takılıyor bu sırada gözlerim.
Renkli fotoğrafta sakallı bir genç, kendisinden yaş itibariyle de makam
itibariyle de büyük, devletin başı olan Recep Tayyip Erdoğan’ı ayağından değil,
alnından öpüyor.
Erdoğan’ın yüzünde de herhangi bir yadırgama, bir mahcubiyet, ‘nerden çıktı bu
adam’ ifadesi yok.
Çünkü şehit anneleri başta olmak üzere alnından çok öpüldü.
Çünkü o halktan biri.
Seçilmeden milletin tepesine bağdaş kurup 50 sene onunla kedinin fareyle
oynadığı oynayanlardan farkı, bugüne kadar girdiği –belediye başkanlığı dahil-
bütün seçimleri kazanmış olması.
Yani gücünü mekteplerde zorla ezberletilen Kemalist mitolojiden, Silahlı
Kuvvetler’den, şu veya bu odaktan değil, doğrudan halktan alıyor.
Hem biliyoruz ki, alnından öpmek bizde büyüklerin küçüklere takdirini ifade
eder.
Lakin burada ilişki tersine kurulmuş gibi: Takdir eden sıradan biri, takdir
edilen ise devletin başı.
Üstelik fotoğrafta TC Cumhurbaşkanı’nı alnından öperken görülen adam, son İdlib
sarin gazı saldırısında ikiz çocuklarını şehid veren acılı bir Suriyeli baba.
Yani öpen bir Türk vatandaşı dahi değil. Ümmet-i Muhammed’den bir ferd.
İkiz evladını kaybetmenin derin acısını o sakin alında dindiriyor besbelli.
Mesaj gayet net: O sadece bizim Cumhurbaşkanımız değil, mazlumların da koruyucu
ve kollayıcısı.
50 yılın özeti
Sonra düşündüm masamdaki bu iki fotoğraf üzerinde.
İçimi çekip ‘Nereden nereye, değil mi?’ dedim kendi kendime.
Biri ‘halk’ ile herhangi bir alakası olmadığı halde halkçı geçinir, sonra da
partisinin adını halka hiç mi hiç tahammül edemediği halde Halk Partisi koyar,
ardından aynı halka ayakkabısını layık görür.
Öbürü halktan biri olarak çıkar, bir siyasi mücadele sonunda, kurallarını yine
sözde Halkçıların koyduğu meşru bir mücadelede engellemelere rağmen başarıya
ulaşır ve aynı makama çıkar ama halka ayağını değil, alnını öptürür.
İşte Cumhuriyetimizin son 50 yıllık değişiminin özü, özeti bu iki fotoğraftır.
Bu fotoğraflara dikkatle ve rikkatle bakalım ve bugün ulaştığımız noktayı
onların ışığında değerlendirelim.
Görelim ki, Cumhuriyet ancak şimdi ‘cumhuru’ ile buluşmaktadır.
Tarihin gidişi buna doğrudur ve zaten bu noktaya vasıl olmamamız içindi bütün
dümenler, darbeler, muhtıralar, anayasaların başına konulan ‘değiştirilmesi
teklif dahi edilemeyecek maddeler’, MGK’lar, Anayasa Mahkemeleri, şunlar
bunlar…
Hem Meclisinizde “egemenlik kayıtsız, şartsız milletin” yazısı asılı olacak,
hem de anayasınızda değiştrilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeler yer alacak.
Pekala biliyoruz ki, egemenlik kayıtlı ve şartlıdır Türkiye’de. Onun asıl
sahibine iadesinin eşiğindeyiz.
Millet sizin düşmanınızdır!
İnönü’ye “millet düşmanı” deyince birileri köpürüyor. Yahu bunu ben
söylemiyorum ki. Hem kendisi itiraf ediyor, hem de en yakınları. Buyurun,
İnönü’nün millet düşmanı olduğunun belgeleri:
“Kafileyi durdurdum. Subayları bir kenara topladım: İçinde bulunduğumuz vaziyeti
bilesiniz. Bundan başka subay olarak da yerinizi bilmelisiniz. Padişah
düşmanınızdır. Yedi düvel düşmanınızdır. Bana bakın, dedim. Kimse işitmesin, millet
düşmanınızdır.” (Ulus, 17 Mayıs 1968)
“Ulusal egemenlik, kamuoyu sözleri bir takım süslü kelimelerden ibarettir.
Böyle bir şey yoktur. Mesele,
okur-yazar denilen azınlığın, okuması yazması olmayan çoğunluğu yönetmesidir.
Azınlık denilen okur-yazarların da başlarına menfaat yularını geçirip hazine
yemliğine bağladın mı, bütün yönetim yoluna girer.” (Kılıç Ali’nin Anıları, İş Bankası: 2010, s. 533)
“İsmet Paşa (mühendis olduğumu öğrenince) kulağına doğru eğilecek ve hiçbir
zaman aklımdan çıkmayacak şu sözleri fısıldayacaktı: “Aman çok yol yapma
evladım. Çok yol yaparsan Anadolu akın akın buralara gelir.” (Jak Kamhi,
Gördüklerim, Yaşadıklarım, 2013, s. 35)
Bilelim ki, “milleti düşman” gören, başına yemlik bağladığı azınlıkla ülkeyi
yönetmeyi marifet sayan ve “aman yol yapma, yoksa karnını kaşıyan adamlar şehre
doluşur” diyen birinin dizayn ettiği Cumhuriyetin fabrika ayarlarını
değiştirmeden bu millete rahat yoktur.
Necip Fazıl’ın deyimiyle kendisi fare olduğu halde kedi taklidi yapıp milletle
kedinin fare ile oynadığı gibi oynayan zihniyeti tasfiye etmeden rahat yüzü
görmemiz de mümkün değildir.
İki fotoğrafın bana düşündürdükleri bunlar oldu. Siz ne düşündünüz?