HILLAZLAR CILLAZIRDI

Çocukluğumuzdaki oyun olanakları şimdikinden kat kat fazlaydı. Şimdikiler gibi ne elektriğe, ne pile, ne de masaya gerek duymazdık. Oyun için yapılması gereken tek teşebbüs, evden dışarıya adım atmaktı. Eğer varsa, “malım” dediğimiz cıncıkları (cam misketler), çelikleri, fırındakları (topaç) ve kulüplerimizi de alıp çıkardık. Arada bir topumuz da olurdu tabii.

Yazdıklarım arasında yer verdiğim “kulüp” nedir, anlatmalıyım; çünkü  bilse bilse sadece bizim kuşak ile öncesi ve belki bir-iki yıl sonrası bilir. Kulüp Sigarası vardı. Lacivert renkli karton kutu içinde satılırdı. Kutunun ön yüzü, bizim için oyunda süreceğimiz mal sayılırdı. Fakat aynı zamanda yine karton kutu içinde Yenice, Gelincik, Bahar, Sipahi ve Boğaziçi de vardı. Bunların kapakları da, farklı değer taşıyan mallarımız olurdu. Aklımda kaldığı kadarıyla sunacağım: Gelincik ve Bahar 50’lik, Yenice, Kulüp 100’lük, Boğaziçi 500’lük, “Üç atlı” dediğimiz Sipahi de 1000’likti. Genelde iki kişi arasında oynanırdı kulüp.

Oyunu anlatmam da gerek, değil mi!.. Bir kolun yetebileceği yarı çapta çizilen dairenin ortasına, anlaşmaya göre kartonlar, yani kulüpler üst üste konulur, 6 ile 8 metre kadar ileriye çizilmiş taşlar sırayla atılırdı. Çizgiye en yakın taşın sahibi ilk atışa hak kazanmış olurdu. Taş, en çok eski Adana Kiremidi dediğimiz ince tuğla parça da olabilirdi, ele oturabilen mermer de… Çizgiden taşı fırlatan, dairenin dışına kaç kulüp çıkarabilirse, onlara sahip olurdu. İlkinden sonraki atışlar daire yakınından sıra ile yapılırdı.

Hangi oyun olursa olsun, aramıza almak istemediğimiz fakat çoğu kez binbir yemin etmesi üzerine kabul ettiğimiz çıngarcı mı dersiniz, bozguncu mu yoksa nizacı mı, o tip huysuz yaramazlar sıkıntı verirdi. Bunlar, mahallenin ya da sokağın “Hıllazcı” ya da başka bir deyişle “Cıllazcı” tipleriydi.

Çıkarları için gerçekleri göz göre göre saptırmak en belirgin özellikleriydi. Örneğin misket oynuyoruz… Nişan aldığı miskete en az bir karış yaklaşmış olması gerekirken yaklaşamadı; gelir, güya karışlarken kazara olmuş gibi misketi yerinden oynatıp yaklaştırırdı.Ardından siz istediğiniz kadar itiraz edin, yeminler ve anasına avradına küfürler arasında iddiasını sürdürürdü. Ziplemeç dediğimiz çelik oyununda da, hamur kıvamına getirilmiş balçığa saplayamadığı çomağın aslında saplanmışken rakip oyuncunun ayağıyla devrildiğini iddia etmekten zerrece çekinmezdi de, utanmazdı da…

Bu tiplerin, yazılı olmayan Adanaca Sözlüğünde iki adı vardı: Hıllaz, ve Cıllaz…  Aynı zamanda, “Hıllazcı” ve “Cıllazcı” olarak da nitelendirilirlerdi. Tamamiyle aynı anlamı taşıyan, yüksek kafiyeli iki sözcük. Kökenini, kökünü, kömecini bilemeyiz ama anlamını unutmamızın imkanı yok. Hıllaz da anılsa, Cıllaz da anılsa saniyesinde çocukluğumda karşılaştığımız üç dört ismi hayal ederim. Bunların en büyük dayanakları da, kendileri için nasıl gerekiyorsa, oyuna bu gereksinimleri paralelinde daha önce hiç duyulmamış yol-yöntem çizmeleriydi. Yöntemler günden güne değişebilirdi Şimdikiler de öyle;  bugün dört dediğine yarın sekiz, ertesi gün üç bin demekten hiç mi hiç çekinmiyorlar.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor