İLK DURUŞMA VE HAYAL KIRIKLIĞI

Gözaltına alınmamızdan 3.5 ay sonra nihayet hakim karşısına çıkarılmıştık. Salonda dinleyici sandalyelerinde ağabeylerim, kardeşlerim, ablalarım, eşim ve akademiden bazı öğretim elemanları ile memurlar ve öğrencilerimiz vardı.
İddianame yüzümüze karşı okundu ve sırayla ifadelerimiz alındı. Avukatlarımız suçsuz olduğumuzu anlatmaya çalıştılar, yukarıda belirtildiği gibi, başka bir salonda duruşması olan idam mahkumu tanık Mustafa Özenç’in bu duruşmada dinlenmesini talep ettik. Adı geçen tanığın bir sonraki duruşmaya çağrılmasına, sanıklardan Mükremin Altıntaş’ın tahliyesine, diğer sanıkların tutukluluk halinin devamına karar verilip bir ay sonraya duruşma tarihi verildi.
İlk duruşmada tahliye edileceğimize kendimizi inandırdığımız için çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadık ve büyük bir üzüntü içinde duruşma salonundan ayrılarak cezaevine döndük. Bizimle birlikte cezaevine getirilen Mükremin, tahliye işlemleri tamamlandıktan sonra vedalaşarak cezaevinden ayrıldı.
Onun tahliye edilmesine seviniyorduk ama biz cezaevinden çıkamadığımız için hayal kırıklığı yaşıyorduk. Duruşma gününden bir hafta kadar sonra Mustafa Özenç’in bir sabaha karşı cezaevi avlusuna kurulan darağacında asılarak idam edildiğini, bundan bir hafta sonra Mühendislik Fakültesi öğrencilerinden bir gencin daha cezaevinde darağacına götürüldüğünü öğrendik.
Cezaevindeki koğuşların üçte-ikisi sol görüşlü gençlerle, birkaç koğuş sağ görüşlü gençlerle, diğer koğuşları ise adi suçlardan tutuklanmış kişilerle doluydu.
Biz siyasi mahkumları görmüyorduk ama bazen avukat odasında onlardan birkaçı ile karşılaşıyorduk.
Önce 23 Nisan Bayramında, daha sonra 19 Mayıs Bayramında genel af çıkacağı şayiaları çıktı ama bu tarihler geçip de af çıkmayınca her iki söylentinin de asılsız olduğu anlaşıldı. Af söylentileri asılsız çıktıktan sonra, adi suçlardan cezaevinde yatan bazı tutukluların affın çıkmamasından siyasi suçlardan cezaevinde bulunan gençleri sorumlu tuttuklarını, beni ve diğer öğretim üyesi arkadaşlarımı da o gençlerin hocaları olarak baş sorumlu konumunda gördüklerini öğrendik.
Bu suçlamanın çoğu cahil adi mahkum ve tutuklular arasında yayılması beni çok tedirgin etmişti çünkü müdüriyete veya avukat odasına giderken koridorlarda rastladığımız tutuklu ve hükümlülerden bu dedikodulara inanan birisi tarafından şişlenebilirdik. Bu endişemi avukatım Prof. Alacakaptan’a aktardım ve ne yapıp edip bir sonraki duruşmada tahliye edilmemizi sağlamasını, aksi takdirde hayatımızın tehlikede olacağını bildirdim.
İKİNCİ DURUŞMA VE TAHLİYE
Endişe içinde geçen günlerden sonra ikinci duruşma günü geldi çattı, yine zincirlerle kelepçelenip sıkıyönetim mahkemesine götürüldük. Aleyhimizde ve lehimizdeki bazı tanıklar dinlendi, bize bazı sorular soruldu ve sonuçta tahliye edilmemize karar verilip, yine bir ay sonrasına duruşma günü verildi. Akrabalarımız ve arkadaşlarımız sevinçten ağlıyor, herkes birbirine sarılıp öpüşüyordu. Görülecek bir manzaraydı gerçekten.
Ancak, ben ayağa kalktım ve sevinen yakınlarımıza dönüp “Ne seviniyorsunuz? Henüz beraat etmedik, sadece tahliye ediliyoruz. Bizi demir parmaklıklar arkasına kapatanların hesap vermesi lazım. Çocuklarımızın bozulan psikolojileri nasıl düzelecek?” diye haykırdım. Mahkeme başkanı, burası mahkeme salonudur, hareketlerinize dikkat edin diyerek beni uyardı.
Tekrar zincirlerle kelepçelenip cezaevine getirildik ve asırlar kadar uzun gelen yasal işlemler tamamlandıktan sonra bize hizmet eden çocuk koğuşunun çocukları ve aşçılarımızla vedalaşıp gardiyanlar eşliğinde cezaevi müdürünün odasına gittik. Cezaevi geleneğine uyarak yatak ve yorganımı cezaevinde bıraktım. Giysilerimin bir kısmı ile cebimdeki parayı da çocuk tutuklulara dağıttım.
Tahliye işlemi tamamlanan arkadaşı cezaevi müdürü masasına çağırıyor, suçun ne diye soruyor, ilgili arkadaş “Görevi İhtimal” (Türk Ceza Kanunu, Madde 240) cevabını verdikten sonra kayıt defterine imza attırıyordu. İşlem sırası bana gelip de müdür bey suçumu sorduğunda, “Suçsuzum” diye cevap verdim. Verdiğim yanıta şaşıran müdür bey “Nasıl yani?” deyince de “Suçlu olsam beni tahliye etmezlerdi. Hangi suçtan yargılandığımı soruyorsanız, görevi ihmal suçu ile suçlanıyorum” dedim.
İşlemler nihayet sona erdi ve 24 Aralık 1980 sabahı kaybettiğimiz özgürlüğe 5.5 ay sonra yeniden kavuştuk. Cezaevi dışında büyük bir kalabalık oluşturan dost ve arkadaşlarımızla kucaklaştıktan sonra arabalara bindik ve uzun bir araç konvoyu eşliğinde yola çıktık. Saat 17.00 sularında evime kavuştum. Evimiz düğün yerine dönmüş, her kafadan bir ses çıkıyor, sevgi seli ve şaşkınlık içinde söylenenleri anlamaya ve cevap yetiştirmeye çalışıyordum ama söylenen sözlerin yarısını duyuyorsam diğer yarısını duyamıyor veya anlayamıyordum. Bir rüya aleminde, sevgi seli ve yoğun duygular arasında kaybolmuştum adeta.
Eve gelişimden yaklaşık bir saat sonra, bir dostu geçirmek için kapı önündeyken Doç. Dr. Sabahattin Değirmenci eşiyle birlikte geldi ve büyük bir coşkuyla boynuma sarılarak, tahliye edilmeme ne çok sevindiğini söyledi. Hemen kendisini kapı dışına çektim ve “Dışarıdaki arkadaşları kandırmışsın, gözaltından serbest bırakıldığında seni bir kahraman gibi karşılamışlar. Emniyette aleyhimize verdiğin yalan ve iftiralarla dolu ifadeni okudum. Serbest kalabilmek için bizi satarak verdiğin yalan ifade bizim aylarca özgürlükten yoksun kalmamızın en büyük nedeni oldu. Şimdi eşini alıp buradan defol, bir daha da karşıma çıkma” dedim.
Sabahattin ve duyduklarına inanamayan eşi cevap veremeden ayrıldılar. Bu olaydan dört yıl kadar sonra büromun penceresinden sokağa bakarken Sabahattin Değirmenci’yi karşı kaldırımda zorlukla yürürken gördüm, hemen aşağı inip yanına gittim ve ne sorunu olduğunu sordum.
Açık kalp ameliyatı olduğunu, doktorun tavsiyesiyle her gün yürüyüş yaptığını ama yürümekte zorluk çektiğini söyledi. Çocukluk arkadaşım olan onun bu durumu karşısında geçmişte yaptığı ihaneti unutup koluna girerek büroma götürdüm. Birkaç yıl sonra da yerel bir televizyonda katıldığı bir tartışma programında konuşma yaparken kalbinin durduğunu ve canlı yayın sırasında vefat ettiğini öğrendim.
Bu arada, akademideki ülkücü asistanlardan Ramazan Taşdurmaz da savcılığa verdiği 4 sayfalık bir dilekçede olmayan suçlarımı varmış gibi sayıyor ve sonunda hakkımda Türk Ceza Kanunu’nun 450/3 maddesinin uygulanarak, idam edilmemi talep ediyordu. Keza, Matematik Öğretim Görevlisi Ahmet Baş da benim diğer öğretim üyelerinden tehditle bağış topladığımı iddia eder bir dilekçeye imza atmıştı. Yıllar sonra karşılaştığım Ahmet Baş başı önde zorla konuşarak söz konusu dilekçe nedeniyle af dileyip helallik istemişti.
MAHKEME SONA ERİYOR VE BERAAT EDİYORUZ
Tahliye olduktan sonra 1 kez duruşmaya çıktığımız Sıkıyönetim Mahkemesi bizim davamızın sıkıyönetim mahkemelerinin görev alanına girmediğini belirtip takipsizlik kararı verdi ve dosyamızı Adana 1. Ağır Ceza Mahkemesine sevk etti. Sivil mahkemede çıktığımız ikinci duruşmada Cumhuriyet Savcısı suçsuz olduğumuzu belirterek beraatımızı talep etti, mahkeme heyeti de bu talebe uyarak hakkımızda beraat kararı verdi. Böylece, haksız yere 56 gün çok yüksek güvenlik içinde Adana Polis Kolejinde gözaltında kalmış, 3.5 ay da Adana Kapalı Ceza ve Tevkif Evinde hapis yatmış olduk.
Öğretim üyeliği yapmak için artık ne hevesim ve ne de heyecanım kalmıştı. Önce 7 sayfalık bir istifa mektubu yazdım, ardından onu yırtıp, “İstifa ettim” şeklinde iki kelimelik bir istifa mektubu yazıp posta ile Akademi Başkanlığına göndererek öğretim üyeliğine de bilimsel yaşama da son noktayı koydum. Ticari hayatta milyonların bana veremeyeceği mutluluğu yazacağım bir makale, yetiştireceğim bir öğrenci verir diyerek büyük bir heyecan ve istekle seçtiğim bilim adamlığı yaşamına böylece son vermiştim.
Bilim hayatı benim için bir daha açılmamak üzere kapanmıştı. Bir askeri darbenin yarattığı olağanüstü koşullardan yararlanan bazı çevreler haksız yere çok büyük mağduriyetlere uğramamıza neden olmuş, çok isteyerek seçtiğim bir mesleği sona erdirip yeni ufuklara açılmama yol açmıştı.
23 Aralık 1980 günü akşam üzeri ayrıldığım İktisadi ve Ticari İlimler Akademisine 2008 yılına kadar hiç uğramadım; deyim yerindeyse, yönümü o tarafa dönüp yatmadım. O süreç içinde Akademi ile Çukurova Üniversitesi birleştirilmiş ve yerine İktisadi ve İdari İlimler Fakültesi kurulmuştu.
Eski öğrencilerimizden Serap Çabuk dekan olmuştu. Bir gün Prof. Dr. Serap Çabuk ve eski asistanımız olan eşi Prof. Dr. Altan Çabuk Mersin’deki ofisime geldiler ve Akademinin 41.ci kuruluş yıldönümünü kutlayacaklarını, beni muhakkak aralarında görmek istediklerini belirttiler ve beni etkinliğe katılmaya ikna ettiler. Böylece, artık Çukurova Üniversitesi’nin Balcalı yerleşkesinde faaliyetini sürdüren okulumu 28 yıl aradan sonra ilk kez ziyaret ettim ve eski memur, sekreter ve hizmetlilerin çok büyük sevgisiyle karşılaştım.
Bilim adamı olmak arzusu ile 1965 yılında bıraktığım işadamlığı kariyerine 1981 yılında zorunluluk karşısında yeniden başladım.