İNCE HASTALIK

COVID ve AIDS icad edilmeden önce, kanserin keşfi tamamlanmıştı…
Kanser öncesi bilinen en ağır maraz “İnce Hastalık” idi. Tıbbiyatçıların dili ile, “Tüberküloz”, halk deyimiyle, “Verem…”
Edebiyatımızda kaç verem romanı, kaç verem hikâyesi vardır, sayısını bilse bilse Yüce Tanrı bilir… Yine de hakkını teslim etmek lâzım, “Şiir” denilen büyünün en büyük ustalarından Merhum Mehmet Akif’in sayfalar dolusu “Veremli Çocuk” dizeleri gerçekten bir ifade ve gözlem şaheseri olduğu kadar, şiirin en gizemli lezzetini insanın hem beynine hem de yüreğine ulaştırıyor…
Verem, galiba kendisi de verem’den göçen Van Gogh’un tablolarına sarı renk hakimiyetini vererek resim sanatına da bulaşmıştı… Sarı, bilirsiniz, sonbahar demektir aynı zamanda. Sonbahar da, veremlilerin göç zamanı idi; sapır sapır dökülürlerdi…
BİZ O DEHŞET DOLU SENELERİ YAŞADIK!
Çocukluğumuzda, o lafı söylemeden önce, mutlaka, ama mutlaka “Evlerden uzak!” yahut “Allah başa vermesin!” veya “Maazallah!” gibi koruyucu(!) sözleri kullanmak zorunluydu. Hatta bunlar bile yeterli korumayı sağlayamaz diye, “Verem” sözcüğü kullanılmaz, “ince hastalık” şeklinde söylenirdi. Sanki böyle yapınca, mikrop etkisini yitirirdi.
Her mahallede bir kaç veremli olurdu. Bunlar, zayıf vücutları, soluk yüzleri ve kesik kesik öksürükleri ile zaten hemen tanınırlar, çevredekilerce “Azrail” olarak algılanırdı. Zira verem çok çabuk bulaşırdı; öksürükten, nefesten, veremlinin kullandığı her hangi bir eşyadan…
İlkokul birinci sınıftayız… Sene, 1953 veya 1954; “Sinema geldi” dediler. Hayatımın en büyük heyecanlarından birini yaşadım. İlk kez tanışacaktım sinema ile. “Karanlıkta seyredilen bir bir şey” olarak bir türlü kafamda şekillendiremediğim sinema… Bir kere, seyredebilmek için karanlığa ihtiyaç duyulmasını hiç bir şekilde kavrayamadığımdan sinema dendikçe içim sancı ile burulurdu. Dünyanın en akıllı, en yakışıklı, en güçlü, en bilgili babası olan babama, sadece bu sinema yasağından dolayı bazen öfke duyardım. Peder, çok sonra öğrendim, “Cıbıl avratlar ahlak bozar” düşüncesiyle bizi sinemadan uzak tutarmış.
Millimensucat İlkokulunun koskocaman salonunu doldurduk. Çocuk cıvıltısının gürültü sınırını zorlamaya başladığı bir anda, nur içinde yatsın, Başöğretmenimiz Kemal Pekkoçak, yani Kara Kemal, “Çocuk!” diye seslenince bir anda sessizlik hakim oldu. Kuzey duvarına asılan beyaz bez üzerinde tanıyacaktım sinemayı. Pür dikkat oraya bakıyordum ki, önce bir güçlü aydınlık biraz daha ağarttı bezi, arkasından lambalar söndürüldü. 15 dakikalık bir veremli hasta nasıl bulaştırır, nasıl ıstırap çeker ve nasıl ölür konulu filmi izledim.
Sırf izlediğim ilk sinema konusu olduğu için, verem sanırım dünyada bir tek bana bu denli sempatik gelmişti.
Aynı yıllarda, Rahmetli Menderes’in özel girişimleri ile, yeni icad edilen BCG verem aşısı getirtildi ülkeye. Ekipler mahalle-mahalle, sokak-sokak, dağ-taş demeden aylarca dolaşarak aşılanmamış tek bir Allah kulu bırakmadılar…