KALAYÇILAR…

Hayır, yanlış yazmadım; kalaycı esnafının kendi alanındaki Adanaca tabiri kalaycı değil, kalayçı idi.

Yaramaz çocuklar için en etkili tehditlerden biri de bu mesleğin yarıçapına düşerdi. Çok duydum etraftaki babalardan: “Lan bak, beyle tevgelik edersen seni kalayçıya çırak verrim haa!..”

Yaramaz çocuğu “tevge”, yaramazlığı da “tevgelik” ile ifade edenler çoktu tıfıllığımızda. Bilirsiniz; tıfıl da, küçük demektir; çoğulu etfal…

Çocuk Esirgeme Kurumu’nun eski adı “Himaye- i Etfal” idi.

Tencere, tava, sahan, bakraç, leğen, tas gibi eşyalar bakır levhanın çekiçle dövüle dövüle şekillendirilmesiyle üretilirdi.

Çocukluğumda, Hacıbayram ile Kocavezir İş Hanı arasında sayısız bakırcı görebilirdik.

O yöreye Bakırsındığı (Bakırın kesildiği, parçalandığı yer) denmesi de bence bundan kaynaklanır. Bakır eşyaları gıda alanında kullanabilmenin olmazsa olmaz koşulu, kalaylanmasıydı.

Aksi takdirde, “bakır çalığı” denilen zehirlenmeye yol açabilirdi. Sahan, Arapça “Sahhan” sözcüğünden gelir ve “kalaylı” demektir.

Dedik ya; evlerde bakır eşya çok… Sık sık kalaylanması gerek. Eh, öyle olunca da Adana’mızın bir çok yerinde kalaycı dükkanları vardı.

Bunlara ek olarak bir de seyyar kalaycılar dolaşırdı.

İnce- uzun, gırtlağı dışa doğru fırlamış gibi duran seyyarın zil gibi sesiyle ve Hüseyni makamındaki “Kalaaaayçıeeyyy!..” çağrısı hala kulağımdadır.

Seyyarların asıl müşteri grupları köyler olmasına rağmen kent içinde de çalışabilirlerdi.. Bunların ücret aritmetiği biraz daha hesaba uygun sayılırdı çünkü. Son dönemlerinde seyyarlar kadınlı- erkekli ekip halinde gezmeye başladılar.

Biz, Çingene derdik, şimdi Roman olmuşlar ya, işte onlar girişmişti seyyar kalaycılığa. İş çıkınca, hemen toprak kazılıp kollu körük gömülür, ucu da biraz dahü derinleştirilerek ocak haline getirilirdi.

Başta “kalaycı çırağı” deyip kesmiştik; şimdi o meseleye el atalım…

Dükkânın bir köşesinde aşağı- yukarı bir metreye bir metre ölçüsünde, kalaylanacak eşyanın zımparalandığı kum havuzu olurdu. Kuma yerleştirilen tencere, tava, leğenin içine yalınayak giren çırak, belden aşağısını bir sağa, bir sola hızlı hızlı döndürmek zorundaydı.

Birini bitirince diğerini kumlayacağından akşama kadar iflahı kesilirdi

zavallının.

Hele yazın, hele yazın…

Aabbovvv, nasıl cehenneme dönerdi o dükkan!..

Zaten sıcak, bir de sürekli körüklenen harlı kömür ateşi, düşünebiliyor musunuz, üstüne de hızlı hızlı belden aşağısını habire oynatacaksın ufacık kabın içinde…

Usta kalaycılar tahta tokmak veya küçük yuvarlak tabanlı çekiçle getirilen kaplardaki ezilmiş, eğrilmiş yerleri düzeltip cıncık gibi yaparlardı.

Tenceresine uymayan kapak elden geçince öyle bir otururdu ki, zerre buhar kaçırmazdı neredeyse.

Ustanın çırağı da, ona göre iş yapmalıydı ve baştan savma çalıştığı takdirde tokat enseye inerdi…

Eşim bir süredir bakır tencereleri kalaylatmam için uyarıp duruyor.

”Çocuklar gelirse…” hepsine yetecek yemek için büyük bakır tencereye ihtiyacımız varmış.

Bir de kazan yavrusu diyebileceğimiz “hereni”…

Tamam, götüreyim de, kalaycı nerede?..

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor