‘KAN EMİCİY’E GÜVEN KÖKLÜ HUYUMUZMUŞ
Geçmişinde kalıplı olduğu her halinden belli, uzun boylu, ellilerinde bir adamdı. Şalvarı ve kasketi üstüne yapışmış da, gece gündüz üstündeymiş gibiydi. Yaz kış, yıllarca hep aynı giysilerle dolaşırdı. Her zaman, göğsüne yapıştırıyormuş gibi kavradığı iki kavanozla hızlı hızlı yürürdü. Su dolu kavanozlarda yazın yayla sakızı, kışın da sülük olur, meraklısına satardı.
Sülük denilen ve su içinde durmaksızın şekilden şekle giren hayvancık, tostoparlak olur, saniyeler içinde sicim gibi incelir, uzardı. Rengini nasıl tarif edebilirim, bilemiyorum; üstünden kahverengi geçmiş koyu yeşilin sarı parılıtılı karamtırak tonlu desem zor anlaşılır ama öyle bir şeydir işte. Hani bilimde “Amorf” diye bir tabir var ya, yani kendine özgü biçimi olmayan anlamındaki sözcük, işte sülük te öyle bir şey.
Bu tuhaf hayvancıklar belli hastalıkların doktoruydu. Çocukluğumda, hısım-akrabadan, konu-komşudan pek çok büyüğümüz sülükle tedavi olurdu. Baş ağrısından baş dönmesine, romatizmadan yüksek tansiyona, şekerden varise kadar bir dizi rahatsızlığı ustura keser gibi keserdi kullanıcılarına göre. Su içinde satılır, su içinde alınırdı.
60 yıl öncesi anılarım arasında sülükle tedavi de var. Yakınlarımızdan bir amca, her Pazar sülükçünün yolunu gözler, sesini duyar duymaz da bir kupa ile kapıya çıkıp yaklaşmasını beklerdi. Uygulamayı birkaç kez izledim. Saniye bile sabt durmayıp habir şekil değiştiren hayancıkları birer birer alır, dizinden aşağıda bazı noktalara yapıştırırdı. Yapıştırırdı derken, tutkal, iplik, bant aklınıza gelmesin; hayvancık, anında damarı bularak vantuz gibi yakalar, vakit geçirmeden kan emmeye başlardı. Bahsettiğim amca, her iki ayağına dörder-beşer sülük taktıktan sonra kan emişlerini izlemeye koyulurdu. Böcekler emdikleri kanla hızla şiştikçe, mutlu olurdu. Sonunda, birer ipek kozası şekil ve büyüklüğüne ulaşan hayvanlar ya kendiliklerinden düşer, ya da amca tarafından alınıp atılırdı.
Adana’da Sülüklü Pınar diye bir yer vardı. Şimdiki Çukurova Belediye Kompleksinin kapladığı alandaydı. Debisi düşük bu su kaynağı, içinde sülüklerin kaynaştığı mı desem, oynaştığı mı desem, küçük bir havuzcuğa dökülürdü. Sanırım Adana’nı sülük kaynağı burasıydı.
Sülüğü en son Özbekistan’ın Gülistan kentinde gördüm. Burada konuk edildiğim resmi binanın tuvaleti dışarıdaydı. Suyu da, tuvaletin yanındaki tulumbaydı. Yüzümü yıkamaya geldiğimde, tulumba önündeki hafif çukurlukta yüzlerce sülüğü fark etmiştim.
Geçenlerde İngilizce bir yazı okudum. Sülükleri anlatıyordu. Meğerse bu müthiş kan emici binlerce yıl öncesinde Mısır’da çok kullanılırmış. Oradan Ortadoğu’yu aşıp Anadolu’ya ve ardından Rumlar ve Romalılar teliyle Avrupa’ya ulaşmış. Makaleye göre, kan emmeye başlarken, yapıştıkları damara verdikleri salgı günümüz tıp dünyasında da kabul gören önemli 20 protein taşıyormuş. Şekere, varise, kalp ve damar rahatsızlıklarına pozitif etkisi saptanmış. Ancak 80 türü olan minik canavarın türleri, hastalığa göre seçilebildiğinde tıpta önemli gelişmelerin sağlanacağına inanılıyormuş.
Ne diyelim, demek ki bizde kan emicilerden medet ummak, onlara değer atfetmek eski huyumuzmuş.