KİBARKULAK

Yeni fark ettim; normal koşullarda hepimiz kibarkulak sayılırız. ‘Kibar’ın karşıtı “kaba” ise ve biz de kabakulak değilsek, demek ki, kibarkulak oluyoruz. Yazıyı sözcük salatasına benzetmeden şöyle bir altmış beş yıl kadar geriye gidelim izninizle…
Önce hafif, sonra ağır bir ağrı (Hafifi varsa ağırı da olmalı bence) ile gelişti. Aile büyüklerinden biri tanıyı koydu; kulağım kabalaşmış, yani kabakulak olmuşum. O an aklıma bir yanağını şişkin gördüğümüz bazı arkadaşlar geldi. Şiş yanaklarında kopya kalemi(*) ile Arapça yazılar görmeye alışmıştık.
Meryem Halam, rahmetli, mahallemizde pek saygı gören Hoca Efendiye götürdü. Kınalanmış gibi turuncuya yakın saçı ve sakalı ile her zaman ilgimi çekmiş olan güler yüzlü biriydi. Kopya kalemini (*) ıslatmak amacıyla yüzüme tükürmek üzere olduğunu fark edince kendimi geriye attım. Hoca gülerek halama testiyi gösterdi ve “Islat, ıslat yanağını” dedi. Kalem, su ile menekşe rengi alıyordu. Yüzüme bir şeyler yazıldı. Babam izin vermediği için sokağa pek çıkamazdım ama o gün herkesin bendeki ayrıcalığını görmesi için eve girmemekte direndim. Ertesi sabah halam bize gelip rahatsızlığımın devam ettiğini görünce nedenini hayıflanarak açıkladı, “Hocayı tüküttürseydin (tükürtseydin) keşke gadasını aldığım, heç bişeyin galmazdı…”
Kulağımın kabalaştığı kısa sürede yayıldı. Aile çevremizi esaslı bir telaş sarmıştı. Konuşmalar ağızdan ağza dolaşırken bazı kırıntılar dökülüp bana kadar ulaşıyordu. Laf parçalarını birleştirmeye çalıştım ve o zaman telaşın gerçek nedenini anladım; bu hastalık yüzünden ileride çocuğum olmayabilirmiş. İyi ama neden? Çocuğu erkek doğurmaz ki, kadın doğurur. Eşim olacak kadın kabakulak geçirmemişse neden çocuğum olmasın?
Anlayacağınız, o yıllarda çocukların biyoloji bilgisi şimdikiler gibi değildi. Çözüm olarak da şöyle düşündüm, “İleride kız isterken geçmişini iyice araştırıp, kabakulak geçirmediği öğrenilmeli.” Demek ki, büyük amcamın eşi olan yengem kabakulak geçirmişti ki, çocuğu olmuyordu. Tamam, çözümü bulduk da, bir soru cevaplanmadı hala, kabakulak olan benim, eşim değil; pek ala bu “çocuğu olmaz” taşkalası nereden çıktı şimdi? Sorunun cevabını birkaç yıl sonra, hamilelikte erkeğe görev düştüğünü öğrenince anlayabildim ancak.
Dönelim yine kulak hazretlerine… Akşam üstü Nazlı Halamın bilge eşi Musa Emmi halimi görünce anneme sinirlendi. Boya ile, kalemle tedavi olmazmış. Hocanın birkaç kuruş için uydurduğu bir masaldan öteye gitmezmiş yapılan. Musa Emmim kesin çareyi söyledi; bir serçe vurulacak ve daha soğumadan karnından ikiye yarılarak sıcak sıcak yanağıma bağlanacak. Rahmetli, serçe vurma işini de ayarlamış; ertesi sabah sapanla henüz vurulmuş serçe getirildi, itina ile yarılarak kanıyla-manıyla yanağıma sarıldı. Dikenli gibiydi ama iyice kabalaşmış kulağımı kibarlaştıracağı ümidiyle boynumu büktüm…
İki gün daha geçti. Ne hocanın kaleminden, ne de serçeden hiç iz kalmamış olmasına karşın yanağım biraz daha gerginleşmiş ve daha çok rahatsızlık vermeye başlamıştı. Birileri babama önermiş; Çerçi Yusuf’tan, hala ne olduğunu bilmediğim kurşun yağı getirtildi ve sürüldü…
Birkaç gün sonra annem, “Oh, çok şükür, yanağın düzelmeye başlamış” dedi. Hangi devanın yanağıma iyi geldiğini bugüne dek anlamış değilim. Arapça yazılar mı, ne olduğunu bilmediğim kurşun yağı mı, yoksa, uğruma canını veren zavallı serçe mi?..
Merak ediyorsunuz değil mi? Çok şükür çocuklarım oldu.
(*) Kopya Kalemi: Sabit kalem de denilirdi. İlk bakışta kurşun kalem sanılırdı. Farkı, yazısının silinememesi ve su ile menekşe rengini almasıydı. Resmi dairelerde fazlaca kullanılırdı.