KİREVİTTE OT YASTIK

Tatlı su karidesine kerevit diyorlarmış. Vallahi duymamıştık bile. Karidesi de bilmezdik zaten. Allah’ın böcüsünü görmemiştik bile. Gençlik yıllarımda önce karidesin ne olduğunu ve hatta ecnebiler tarafından yenildiğini öğrenip surat ekşitmiştim. Kereviti de yıllar sonra gazetede okuyup şaşırmıştım. “Kerevit İhracatı Artıyor” haberindekini evlerimizdeki kirevit sanmıştım çünkü.

Hemen her evde bir veya iki kirevit vardı. Tahtadan yapılmış basit kanepe desem olmaz, sedir desem yine olmaz; ikisinin arası bir şey. İster otur, ister yat cinsinden 70-80 santim eninde, iki metre kadar boyu olan “sırtlıklı” bir eşya. Avlularımızın olmazsa olmaz aksesuarlarındandı kirevit. Misafirler bile kirevitlere buyur edilirdi.

Bizdekilerin özel minderi vardı. Bir de, sırtımızı dayayabileceğimiz ot yastıklar kullanılırdı. Ot yastık, “berdi” dediğimiz ince bedenli sazlarla doldurulmuştu ve yaklaşık 10 santim kalınlığında, 30-40 santim yüksekliğinde, 1 metre kadar uzunluğundaydı. Terletmezdi. Basma örtülerden kılıf giydirildiğinde bayağı hoş görüntüsü olurdu.

AVLUSUZ TEK BİR EVE RASTLAMAZDIK

Çocukluğumun Adanasında her ev, ister büyük olsun ister küçük, mutlaka bir avlu ile bütünleşirdi. Bazı evlerdeki şömine taklidi ocaklar belki kışın işe yarardı ama yemekler avludaki ocaklarda pişer, çamaşır yine avludaki kaynatılırdı. Bitkigillerden de, hiçbir şey olmasa bile mutlaka bir dölle görülürdü. “Dölle” diye koruk asmasına derdik. Çok büyüyen, damlara kadar uzanan üzüm tevekleriydi. İri çekirdekli kocaman salkımları, daha üzüme dönmeden toplanıp sıkıldığında lezzetli bir ekşi elde edilirdi. Damda veya avlunun bir yanında çatılmış çardaklarla gölge de yapardı. Halen orada burada görebiliyorum.

Bizde dölle de, turunç da vardı. Doğduğum gün babamın diktiği çam bulutları yakalamak için çaba gösterir gibi her yıl daha da boylanıyordu. Cins, çok açık sarı gülümüz özel çardağında sere serpe yayılır, mart ortasından kasım sonuna dek durmaksızın bol bol çiçek verirdi. Kokusu çok güzeldi. Yıllardır aynı gülü bulmak için çabalıyorum ama sonuç alamıyorum. Bulsam, onda çocukluğumu ve delikanlılığımı da bulacağım; ne çare yok, bulunmuyor.

Zambaklarımızın, özgün kokulu fulumuzun, baharatımsı kokan kırmızı, pembe, beyaz karanfillerimizin, ıtır ve gül damlamızın her ilkbaharda toprağı yenilenir, gübreleri verilirdi. Ayrıca aşısız zeytinimiz ve bir de   meyve veren mandalinamız vardı. Bunları tulumbadan doldurduğumuz kovalarla sulardık. O yıllarda şehir suyu pek az yerde vardı. Diyebilirim ki, büyük çoğunluğuyla, avluların bir yanında tulumba görebilirdik. Hâşâ huzurdan, tuvaletler de avlunun uzakça bir köşesinde bulunurdu. O yıllarda “tuvalet” kadınların makyajı olarak bilinirdi. Bugünkü tuvalet yerine, yüzünüze güller suyu, helâ veya kenef kullanılırdı.

HASIRI GÖRMÜYORUZ SAVAN DA KAYBOLDU

Uzun berdilerin örülmesiyle yapılan yaygıya hasır derdik. Hafif yer örtüsüydü. Evimizin alt katının bir yanı büyükçe oturma odasıydı. Zemini sertleştirilmiş topraktı. Oluklu kartonlar üstüne iki-üç yılda bir yenilenen hasır serilir, onun da üstüne kilim örtülürdü. Hasırın asıl mahâreti, rutubet geçirmemesi ve ısı kaybını önlemesiydi.

Oturma odamızın bir yanı bu şekilde döşenmişti. İki duvar boyunca serilen minderler ot yastığa dayanırdı. Böylece, mindere oturmuşken sırtımızı yastığa dayayabilirdik. Duvarlarımız çok kalın olduğundan sıcak-soğuk işlemezdi. Yastıkla da konforumuz tamamlanmış olurdu.

Savan, çok kullanılan dokuma ürünüydü.  Çarşambaya savanı ve akrabası sayılabilecek pala’yı anlatmaya çalışacağız nasip ve kısmet olursa…

 

 

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor