KÜLLÜ SU

Çocukluğumuzun Adanasındaki her evin mutlaka avlusu olurdu. Küçük veya büyük fark etmez, avlunun demirbaşı olarak ocaklar, tulumba, koruk ekşisinin sağlandığı dölle (asma) ve çeşitli çiçekleri görebilirdik. Pek çoğunda da, bizde olduğu gibi, küllü su ile doldurulmuş, üstü örtülü 20 litrelik yağ tenekeleri yer alırdı.
Küllü suyu hazırlamak pek kolaydı. Nasıl olsa her gün yakılan ocakta biriken külden bir avuç alınıp , su dolu tenekeye döküldükten bir-iki gün sonra hazır olurdu. Çamaşır yıkanırken bu su kullanılırdı; sabunu iyi köpürttüğü, çamaşırı yumuşak tuttuğu ve bazı mikroplardan arındırdığı söylenirdi. O yıllarda çamaşır yıkamak hiç de kolay değildi. Kazanda, odun ateşiyle ısıtılan su büyükçe leğene alınır, içine bir miktar çamaşır sodası döküldükten sonra renkliler bastırılırdı. Ardından her parça tek tek sabun sürtülerek çitilendikten sonra sıkılıp ikinci leğen veya sepete konulurdu. Tamamı yıkandıktan sonra, leğendeki su dökülüp yeniden sıcak küllü suyla doldurularak “ikinci ağız” yıkama yapılırdı ki, temizlik tam olsun.
Soda dedik ya, günümüzde bunu sadece içtiğimiz sodalı su olarak bilenler çoktur. Çamaşır sodası, kimyacıların sodyum karbonat dediği yarı kristal bir mineral. Kumaşın örgü derinliklerindeki kirini yumuşatıp söktüğü, renkli veya beyaz çamaşırların yıpranmadan iyice temizlenmesine yardımcı olduğu bilinir. Bir gazetenin 15 kuruş olduğu yıllarda kilosu 30 kuruştan bakkallarda satılırdı. Bir kilosu, bize bir ay kadar yetiyordu ki, beş çocuklu 7 kişilik aileydik. Deterjanlar ve ardından yaygınlaşan makineler sodanın pabucunu dama atmıştı. Şimdilerde, yeniden ve ileri evrede işlenmiş olarak piyasaya sürüldüğünü duymaktayım.
Beyaz çamaşırlar leğene alınmadan önce içinde soda atılmış küllü su içinde fokur fokur kaynatılırdı. Böylece, beyazın aklığı korunduğu gibi, ön temizliği de yapılmış olurdu. Leğen faslından sonra da, çivit boyalı sudan geçirilmesi gerekirdi. Çivit Boyası, yine bakkallarda satılan ikiye iki santim genişliğinde, bir santim kalınlığında küçük, mavi bloklardı. Suda çabucak çözülür, açık mavi bir ortam oluştururdu. Bu sudan geçirilen beyazlar gerçekten pırıl pırıl parlardı.
Sıcak küllü suyun, sodanın, sabunun kar etmemesi halinde, çamaşır bir de tokaç işkencesine maruz kalırdı. Özellikle bu amaç için bulundurulan düzgün yüzeyli genişçe taşa katlanarak yatırılan çamaşır, bir yanı kulplu kalın ve sert ağaçtan yapılmış ağır tahta ile dövülerek inatçı kirlerin kusturulmasına çalışılır, genelde de sonuç alınırdı.
Ocak, odun, kazan, leğen, sele, soda, sabun, küllü su, tokaç dışında, bir de, kevki gerekliydi çamaşırda. Kevki nedir, bilemediniz mi? Çamçak diyelim o zaman… Çamçak da mı yabancı geldi? Kabak desem?.. Bu kabak ne dolmalık kabak, ne reçellik ve yemeklik mantaş kabağı, ne de bal kabağı. Olgunlaşınca sert kabuktan içi boş, bir yanı rahatlıkla ele gelecek biçimde sapı olan kabak. Çok hafif, çok dayanıklı. Son yıllarda dekoratif amaçlı kullanıldığı için adı süs kabağına çıkmış. İşte, kevki yada çamçak dediğimiz eşya bu kabaktır. Kısaca kabak olarak da bilinirdi. Bir yanında beş altı santim çapında delik açılınca, hafi dayanıklı, mükemmel maşraba olurdu.
Annem, kendi çamaşırlarının sakız gibi temizlendiğini söylerdi…