KUYU VE SU ARABI
Adana bağlarının pek çoğu suyunu metrelerce derin kazılmış kuyudan sağlardı. Deneyimli, sabırlı ve güçlü-kuvvetli kazıcılar, çatal değnekle(*) saptanmış noktada girişip kazar da kazardı. Kazı çapı bir metreden biraz fazla olur, derinliğini ise bulunacak yeraltı suyu tayin ederdi.
Bağımız, şimdiki Barkal Durağının 40-50 metre kadar Güneyindeydi. Oturumumuzun (**) hemen yakınında yıllar önce kullanımından vazgeçilmiş kuyu vardı. Ben doğmadan kısa bir süre önce tulumba çakılmış(***) ve kuyu sadece ilkel bir soğutucu gibi kullanılmaya başlanmış. Karpuz-kavun, üzüm gibi meyvemiz, et ve sanırım bazı yemekler artık suyundan yararlanılmayan bu kuyuya sarkıtılırdı.
SU ARABI KORKUSU
Büyüklerimizin büyüklerinden önce onların büyükleri ve büyük büyükleri tarafından icat edilmiş olmalı su arabı. Çocuklar kuyuya veya göle, ırmağa yaklaşıp kazaya kurban gitmesin diyedir. Gerçekten de korkardık su arabından. Kuyunun dibini görmek için eğilen çocukları anında çekermiş su altındaki konutuna. Bir daha da hiç kimse o çocuktan haber alamazmış. Tecessüs bu ya; birkaç kez büyüklerimden gizli kuyunun dibini saniyelik sürelerde incelemiştim ve arap beni çekip almadan geri çekilmiştim.
SEYHAN’IN ARABI
İki-üç kez görenleri dinledim. Havutlubucağı ve Hadırlı köylerinden bazı yaşlılar gece nehirdeki adacıklara gelen arapları görmüşler. Üstelik bu araplar insanları kandırıp yanlarına çekebilmek için de arapça “Ta’a te gıllik (Gel bak ne diyeceğim)” diye sesleniyorlarmış. Neyse ki hiç kimse bu araplara aldanıp yanlarına gitmemiş.
Çocukluğumda derin merakla dinlediğim hikâyelerin sırrını sonradan çözdüm. İnsanoğlu doğaya hunharca kıymadan önce foklar ve yunuslar Seyhan Nehrinin alt çığırlarına kadar geliyor ve kendilerine özgü sesler çıkarıyordu. Foklar, yan yatmış araba benzemekteydi. Yunusların kahkahaya benzeyen sesleri de yöre halkı tarafından “Ta’a tegıllik” şeklinde algılanmakta ve insanları endişe sarmaktaydı. Yemin-billâh ederek su arabını defalarca görmüş yaşlı iki teyzeyi bizzat dinledim.
KUYU VURMAK
Su kuyusunun kazılıp üst yapısı ve çıkrıkla tamamlanmasına kuyu vurmak denilirdi. Kuyucu, gösterilen noktayı merkez alıp yaklaşık bir buçuk metre çapında daire çizerek girişirdi işe. İğneyle değil de, kazma-kürekle kazardı kuyuyu. Zemin yapısı uygunsa kazıyı sürdürür; gevşekse tuğla örerek devam ederdi. Kuyucular, bildiğimizin aksine, yukarıdan aşağı örüyormuş tuğla çeperi. Su bulunup kazı tamamlandıktan sonra üst tarafına boncuk denilen yaklaşık bir metre yüksekliğinde dev bilezik oturtulurdu. Boncuklar eskiden kayadan oyularak yapılırken son yıllarda betonla üretilir oldu. 15-16 yıl kadar önce İmamoğlu’nda yaşadığını öğrenip evinde ziyaret ettiğim Emekli Kuyucu Süleyman anlatmıştı ayrıntıları.
(*) Çatal: Daha çok ağaç dalından kesilmiş çatal. Çatal uçları iki avuçta tutulmuşken suyun olduğu noktada değneğin döndüğüne inanılır ve o noktada kuyu açılırdı.
(**) Oturum: Bağ veya köy gibi yerlerde, daha çok ahşap çardak şeklindeki evin bulunduğu büyük avlu. Ortasında gölge amaçlı dikilmiş çok büyük erkek dut (meyvesiz dut ağacı) veya melengiç ağacı, bir tarafında kuyu veya tulumba bulunan, etrafı çiçeklerle çevrili alan.
(***) Tulumba çakmak: sistemin tesis edilmesine tulumba çakmak denilirdi. Yeraltına boru indirilme işlemi “Çakmak” fiiline bağlanmış olmalı.