LANETLİLER VE KALAN DOSTLAR

Dünya basını geçen haftadan buyana Türkiye’den bahsediyor, televizyonlar canlı yayın yapıyor, ülkeler durum değerlendirmesinde bulunuyor..

Peki dost bildiğimiz ülkeler ne yapıyor?

Araplar bizi destekliyor mu? Hayır.. İran, Irak? Onlar da hayır..

Destekleyen ülkeler hangisi; Pakistan, Katar ve Azerbeycan.. Diğerleri? Diğerleri hıyanet cephesi..

Tarih 17 Temmuz 2014.. Merhum ilahiyatçı Yaşar Nuri Öztürk, bir açıklamasında  Yahudilerin cinayet kavmi, Arapların ise –Hıyanet kavmi olduklarını söylüyor..

Peki neden ihanet ve cinayet kavmi olmuşlar?

Merhum, Yaşar Nuri Öztürk, birilerinin peygam, diğerlerinin de peygamber çocuklarını katlettiklerini söylüyor, şöyle diyor;

“Lanetin gerekçüesi budur. Bizimkiler ise Peygamber katletmediler ama peygamberin evladını katlettiler. Ehlibeyti katlettiler. Bu yüzden ben Yahudilere cinayet kavmi, ehlibeyte bunu yapanlara yani araplara da hıyanet kavmi diyorum. Çünkü Peygambere hıyanet ettiler. Peygamber’in en büyük emaneti Kur’an’dan sonraki ehlibeytiydi ve ona ihanet ettiler. Ve şimdi Allah cinayet kavmi ile hıyanet kavmini yani yahudilerle arapları birbirine boğduruyor. Bu iş kıyamete kadar sürer. Allah adildir ve buna hiç şüphemiz yok. İslam dünyası, Yahudi siyasetlerinin oyunları ile bir saat huzur bulamadan kıvranıyor. Yemen’den Irak’a, Suudi Arabistan’dan İran’a kadar. Allah cezayı öteki dünyada verecek diye bir şey yok. Bu dünyada da veriyor. İşte böyle veriyor. Onun için bizim bu işe karışmamamız lazım. Bu tarihin verdiği bir hükümdür. Cinayet kavmi ile hıyanet kavmi birbirine girmiş. Bize ne oluyor da biz bu işe karışıyoruz. Efendim ben hangi tarafı tutacakmışım? Peygamberi katledenlerden mi taraf olacağım yoksa peygamber evladını, ehlibeyti katledenlerden mi taraf olacağım? Hayır. Banane. Yesinler birbirlerini. Adam zalim, adam pis, iğrenç, canavar ama Allah’ın yeryüzündeki gölgesi. Yezid’e Hazreti Hüseyin gibi biri karşı çıkıyor ve ‘Sen ona, Allah’ın haligesine nasıl karşı çıkarsın’ deyip kafasını kesiyorlar. Böyle bir olaya, böyle bir cinayete Allah rahmetle bakar mı? O günden bu yana İslam dünyasının iki yakası bir araya gelmiyor.”

————————————————–

SARAY MI, KÜLLÜYE Mİ?

Hani “Oynatmaya az kaldı” diye bir şarkımız vardı ya.. Tam da öyle bir durumdayız.. Şehitlerimiz, gazilerimiz geliyor, resmen sıcak savaşın tam ortasındayız, ekonomimiz allak-bullak olmuş, biz “Saray-Külliye” tartışması yapıyoruz..

Olay şu;

Hıncal Uluç, Sabah Gazetesi’ndeki köşesinde Cumhurbaşkanlığı binası için Saray diye yazmış.. Editörler veya kraldan çok kralcılar Saray kelimesini çıkarıp Külliye yazmış..

Yani bir bakıma yalakalık yapmış..

Peki Hıncal Uluç ne yapmış?.. O düzeltme için vermiş veriştirmiş.. Ama öylesine güzel bir örnek vermiş ki, okudukça düşünecek, düşündükçe duygulanacak, duygulandıkça  bir çıkar uğruna  onur ve haysiyetini ayaklar altına aldıranlara lanet okuyacaksınız..

Hıncal Uluç’un ki meslek büyüğümüzdür yazısını sizin de okumanız için affına sığınarak aynen aktarıyorum.. Sanıyorum siz de duygulanacak, bazan günümüzle değerlendirerek öfke duyacak, yalakalara kahredecek, kraldan çok kralcı olanları bir kez daha lanetle anacaksınız..

İŞTE O YAZI;

“Saray’ demekten çekindiğimiz, ‘Saray’ sözcüğünü ‘Aşağılama, hırpalama’ için kullandığımız günümüzde, Türkiye Cumhuriyeti Başkanlık Makamı’na ‘Saray’ demekte ısrar edişimin sebebini anlatan bir yazı yazmıştım geçen hafta ve demiştim ki?.

‘Amerika Başkanı Beyaz Saray’da, Fransa Başkanı Elysee Sarayı’nda çalışıyor ve ülkemize gelen konuklarını o saraylarda ağırlıyorlar da, ben Türkiye Cumhuriyeti Başkanı’nın mekanına niçin ‘Saray’ demiyorum, ha?’ Yazıya girerken niye böyle düşünüyorum diye, örnek de vermiştim.

‘Çünkü ben Pembe İncili Kaftanları okuyarak büyüyen nesildenim!.’ Biz Ömer Seyfettin’i ve onun öykülerini, ilkokulda öğrenmeye başladık.

Ortaokulu bitirirken, onun kitaplarını bitirmemiş, Pembe İncili Kaftan’ı, Başını Vermeyen Şehit’i, Kaşağı’yı ve ötekileri, okumayan, duymayan kalmamıştı içimizde..

O ‘Milli Eğitim’ bizim kuşaklardan sonra devam etti mi, orta eğitim edebiyat hocaları ‘Ömer Seyfettin Kitaplarını alın, okuyun’ dediler mi, bilmiyorum.

Pembe İncili Kaftan’ı okuyup okumadığınızı da bilmiyorum.. Onun için bu hafta reklam şubemizden de rica ettim.. Sağ olsunlar, bana geniş yer ayırdılar bu pazar ve işte size ‘Pembe İncili Kaftan!.’ Okuyun.. Kesin saklayın ve okutun diye..

Ömer Seyfettin’e ve onun öykülerine öyle ihtiyacımız var ki ‘Millet’ olabilmek için!.

***

***

Büyük kubbeli serin divan, bugün daha sakin, daha gölgeliydi.
Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincap rengi bahar aydınlığı, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu.
Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler, önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan yaşlı sadrazamın sönük gözleri, çok uzak, çok karanlık şeyler düşünüyor gibi, var olmayan noktalara dalıyordu.
– Yürekli bir adam gerekli, paşalar… dedi. Biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara boğarak gönderdiği elçisine padişahımızın elini öptürmedik, ancak dizini öpmesine izin verdik. Kuşkusuz o da karşılıkta bulunmaya kalkacak.
– Kuşkusuz.
– Hiç kuşkusuz.
– Mutlaka.
Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi görüşünü paylaştıklarını anlayan sadrazam düşündüğünü daha açık söyledi:
– O halde bizden elçi gidecek adamın çok yürekli olması gerek! Öyle bir adam ki, ölümden korkmasın. Devletinin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusuyla, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin…
– Evet!
– Hay hay.
– Çok doğru…
Sadrazam sakalından çektiği elini dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı.
Parlak tuğları ürperen vezirlere ayrı ayrı baktı:
– Haydi öyleyse… Yürekli bir adam bulun! dedi… Hoca takımından, Enderundan, divandan benim aklıma böyle gözü pek bir adam gelmiyor. Siz düşünün bakalım…

– …DEVAMI YARIN…

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor