MAHUR BEY VE SAKIZ HANIM

Tankların motorlarını soğutan  rüzgarlar yeni başlamıştı esmeye 1974 senesinin Temmuz ayında. Mahur Bey ellerinde ay yıldızlı bayraklarla geçenleri pencereden Kore yıllarından kalma disiplin ve de gurur ile selamlıyor; bir yandan da gözlerinden süzülen gözyaşları çavuşunu iki topun arasından çekip kurtarırken kaybettiği sol kolu nedeniyle  verilen gazilik nişanını ıslatıp çürütmesin diye asker ocağında aldığı ve hala üzerinde adının ve soyadının baş harfleri nakışlı mendili ile kirpiklerini siliyordu.

Onu perdenin arkasından görenler nereden bilirlerdi ki bir gazi onları  cephede postaldan aylarca çıkartamadığı için kurtlanıp kesilmek zorunda kalmış ayağını Sakız Hanımın gelin gelirken çeyizlerini koyduğu benek benek elişleriyle süslü ahşap küçük  sandığa dayayıp  güçbela dik durarak ayakta izlemekte.

Resmi geçit bitmiş, davullu zurnalı belediye bandosu yerini çöpçülere ve sokak köpeklerine bırakmıştı akşam ayazında. Sakız Hanımın içi titrerdi Mahur Bey’i o ayazda balkonda otururken görünce ve de hemen kırk yerinden yamalı ama hala on yedilik kızın teni gibi mis kokan hırkasını koyuverirdi Mahur Bey’in yılların etkisiyle çökmüş omuzlarına usulca.

Mahur Bey ise başta homurdanır ve üşümediğini söyleyerek bir iki silkinme ile iterdi hırkayı.  Ama her defasında Sakız Hanım’ın gözlerindeki nemden titrerdi yüreği, öpüp koklayıp kendi elleriyle omzuna alırdı hırkayı ve bir de iki yakasını sarkmış boynunda sıkıca birleştirip, “Oldu mu Sakız Hanım” der gibi bakardı huysuz huysuz  altmış yıllık hayat arkadaşına.

Mahur Bey hiçbir zaman fazla kaçırmazdı içkiyi, hep kararında içerdi. İnceden bile gözleri ağırlaşsa bırakırdı bardağı elinden. Bazen gözleri kaşındığında yarım veya daha az rakı kalırdı bardağında da gözünün önüne gelirdi o hayatını kurtardığı çavuşun yıldırım gibi yüzüne inen düşman dipçiği. İster istemez irkildi Mahur Bey, geriye çekti kendini.  Az daha Sakız Hanım’ın ömrünü  adadığı gül bahçesine düşürecekti peynir tabağı ile rakı bardağını.

Şıngırtıya koşup gelmekte olan Sakız Hanımın ayak seslerini duyan Mahur Bey oturduğu, kendi tertibi olan bir marangoz arkadaşı tarafından yapılıp hediye edilen ve sol tarafı Mahur Bey’e kolaylık olsun diye ince bir çıtayla desteklenmiş, ahşap koltuğunda başını yana yaslayıp sanki uyuya kalmış da görmeden masaya çarpmış gibi yapmak için tek gözü açık, Sakız Hanım’ın leylak özlü ten kokusunun balkonun kapısının eşiğinden geçmesini bekliyordu.

Sakız Hanım gelişiyle arkasında parlayan lüks lambasının gözlerini kamaştırması üzerine  Mahur Bey yıllar öncesinin Çukurova’sına daldı gitti. Babası onu ve annesini alıp Adana’ya ırgatlığa gitmişti. O gün bir başka güzeldi Adana; sanki dağ taş da haber almıştı Sarı Zeybek’in geleceğini.

Delikanlılığını yaşayan başaklar asi bir tavırla başlarını dik tutuyorlar fakat kırbaç kırbaç inen güneşin etkisiyle büküyorlardı bellerini. Askerler geçmiş, konvoyun sonu görünmüş, çakmak çakmak deniz gözleriyle altın sarısı saçları güneşi bile kıskandıran o yüce insan görünmüştü yüzü karaciğeri yüzünden hafif sarı sarı.

Sakız Hanım dökülen tok tok yaşlardan anlamıştı Mahur Bey’in Çukurova’yı düşündüğünü.  Böyle durumlarda Sakız Hanım bir arzusu olup olmadığını sorardı Mahur Bey’e usulca ve Mahur Bey uyanırdı dalıp gittiği anılardan. Mahur Bey iyiden iyiye duygulanmıştı ve Sakız Hanım da farkındaydı bu durumun.

Önce Sakız Hanım  aldı pamuk gibi ellerine her akşam annesinin babasına çaldığı kemençeyi çeyiz sandığının kenarındaki kömür sobasının yanından. Mahur Bey bir dikişte bitirdi raksını gözleri kaşınmasına rağmen.

Sakız Hanım’ın bulut gibi bembeyaz teni, zümrüt yeşili gözleri vardı.  Sakız Hanım annesinden öğrenmişti kemençe çalmayı.  Babası çetin Karadeniz denizcilerinden Deli Reis diye bilinirdi çevrede. Deli derlerdi çünkü en şiddetli fırtınalarda dahi o yine kendi elleriyle yaptığı ve “Sakız” adını verdiği takasıyla açılırdı açıklara. Ne var ki, bazıları “Bu delilik değil ki, yiğitlik bu” dedikleri zaman oranın yerlileri kahkahaya boğarlardı kahvehaneyi.

Şeref Kaptan yiğitti yiğit olmasına ama hangi yiğit denize açılmanın yasak olduğu zamanlarda sahil güvenlik polisleri uyarı ateşi açınca, üstlerine sürüp geçerdi yağmur gibi kurşunların arasından. Bazen çok yakından geçince bir kısım balık ağlarını üstlerine atardı onların Deli Şeref Reis, yüzünü görmesinler diye.

Yosun Hanım da çarşıda sattığı yumurtaları gün aşırı bitirir, Şeref Bey’e sofra hazırlama telaşına kapılırdı. Deli Şeref Reis eve geldiğinde eski ama her yerinde emek emek göz nuru olan barakasının önündeki tulumbada elini yüzünü yıkar, daha çizmelerini çıkarmadan, takasına adını verdiği, canından çok sevdiği Sakız kızı kucağına alıp öper koklar ve ondan o gün annesinden öğrendikleri nağmeleri dinlerdi.

Sakız Hanım yıllar sonra şimdi Deli Şeref Bey yerine 60 yıllık hayat arkadaşı, Kore Gazisi Mahur Bey’e çalıyordu annesi Yosun Hanım’dan öğrendiği nağmeleri.

Mahur Bey gecikmedi kanunu almakta eline ve o da Sarı Zeybek’i karşılarmış gibi yaşlı gözlerle gezdirdi ellerini ihtiyar kanunun tellerinde. Mahallenin çocukları değil yalnızca, eski söğütler de oturup sokak kapısına o eski konaktan yayılan  nağmeleri dinlerdi çıt bile çıkarmadan.

Dört  mevsim dört gün gibi geçmiş, gene Kıbrıs Çıkartması kutlamaları şenlendirmişti sokakları. Ay yıldızlı bayraklar ellerinde dalgalanıyordu çocuk, genç, yaşlı herkesin. Ama bu sefer geçenler her zaman perdenin olduğu yerde gazete kağıtları gördüler eski konağın penceresinde konağa yaklaştıklarında ise kapının yarıya kadar açık, sürgünün ise kırık olduğunu fark ettiler.

Her sene konağın önünden geçerken gizliden gizliye perdenin arkasından selama duran bir gölge olduğunu gözlemleyen bir çocuk tutamayıp kendini giriverdi konağın aralık kapısından içeriye. Belki aylardır temizlenmemişti ev, hatta Sakız Hanım’ın özene bezene şarkılar türküler söyleyerek  büyüttüğü gül bahçesindeki güllerin kökleri bile kurumuştu artık.

Pencerenin yanında demir çemberli eski ceviz  bir sandık gören küçük çocuk dayanamayıp açıverince onu, boynu bükük bir kanun ve başını kanunun göğsüne yaslamış bir kemençe ile  yarısı paslanmış ve üzerinde “Kore Gazilik Nişanı” yazılı kırmızı kurdeleli  bir de demir parçası gördü sandığın içinde.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor