Mehmet Taştan ile şiire dair söyleşi
Yazdığı şiirlerle okuyucunun bam telin vuran, edebiyat dünyasının güçlü ve etkili kalemlerinden Mehmet Taştan ile özel bir röportaj gerçekleştirdik. ‘’Şiirin ana malzemesi kelimelerdir’’ diyen Taştan, ‘’Mimaride, taşların ustaca yontularak, çağları aşan bir yapıya dönüştürülmesi neyse şiirde de kelimelerin işlevi odur. Onun için sağlam bir Türkçeyle yazılmış mı, dilin mimarisine ve melodisine sadık kalınmış mı önce ona bakmak gerekir’’ ifadelerini kulandı.
***
RÖPORTAJ: YENER EKİNCİ
Bir gün agresif, birkaç saat sonra anlayışlı, diğer gün huysuz, akşamında sevecen ya da bir mevsim aşık, bir sonbahar kırılgan olabilir miyiz? Oluruz elbette… Hislerimizin ve ruh halimizin değişken özelliği doğamızda var ne de olsa… Hepimiz İnsanız çünkü… Sizi bilmem; ama ben hangi hislere bürünsem kendimi daha iyi anlamak amacıyla bir tercümana başvururum. O tercüman da kalemi güçlü bir şairden başkası olamaz. Takım tutar gibi şair tutmak, cumhuriyet dönemi edebiyat akımlarının vazgeçilmezlerindendi. Şimdilerde bu pek kalmadı; ancak geleneğin naçizane temsilcisi olarak şahsım, günümüz şairlerinden Mehmet Taştan’ı tutuyorum. Kendisini okuyucularımıza daha yakından tanıtmak ve edebiyat üzerine neler düşündüğünü öğrenmek üzere bir röportaj yaptık. Şiirsever herkesin ilgiyle okuyacağı bir sohbet çıktı ortaya… İyi keyifler…
Edebiyat dünyasında, günümüzün en popüler şairleri arasında kalıcı bir yer edindiniz. Kendi pencerenizden sizi tanımakla sohbetimize başlayabilir miyiz? Nasıl biridir Mehmet Taştan?
1967’de Erzurum’da doğdum. Erzurum Lisesini bitirdim. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldum. 30 yılı aşkın bir süredir Cumhuriyet Savcısı olarak görev yapmaktayım. Evliyim, üç çocuk babasıyım. Yayınlanmış üç şiir kitabım bulunmaktadır. Mehmet Taştan nasıl biridir? Yaşadığı zamanı, yazdığı şiirlerle yeniden hayata dönüştürmeye çalışan biridir.
Kelimelerle yakın bir ilişkiniz olduğunu hayatınızın hangi döneminde keşfettiniz?
Yaşarken sıradan olduğunu sandığımız birçok şeyin, hayatımızda çok özel yeri olduğunu yıllar sonra geriye dönüp baktığımızda anlıyoruz. Benim için de öyle oldu. Kelimelere olan tutkumun çok erken yaşlarda başladığını, seneler sonra geriye doğru bakarak fark edebildim. Mesela, 5-6 yaşındayken, 23 Nisan törenlerinde tiyatral bir sunumunu izlediğim “Bu Vatan Kimin” adlı şiiri kısa bir süre içinde ezberlemiştim. O yıllardan itibaren, dinlediğim kısa şiirler kolayca aklımda kalırdı. Büyüklerimden ya da öğretmenlerimden duyduğum deyimlere, kelimelere dikkat kesilirdim; konuşurken onları kullanmaya çalışırdım. Yıllar geçse de bu huyum hiç değişmedi. Öğrendiğim yeni kelimeler söyleyeniyle birlikte aklımda kaldı. Okuduğum kitapların, tuttuğum defterlerin kenarlarına kelime yazma alışkanlığını öğrencilik yıllarında edindim.
Size göre, dileyen herkes şiir yazabilir mi yoksa bu sanat doğuştan gelen bir yetenek işi mi?
Deniz çocuğu olmak, çöl çocuğu olmak nasıl bir kaderse, şair olmak da kendine özgü coğrafya ve iklimle gelen bir kaderdir… Baudelaire’in fotoğraflarında, gözlerinden dışarı fışkıran tedirginlik, bohem şiirin nasıl bir kaderle yazıldığını gösterir. O kaderi yaşamadan da bir şeyler yazılabilir ama bunların ömrü yazanın ömrünü aşar mı ondan emin değilim.
Sevda, doğa, yaşam vs… İlk şiirinizi hangi tema üzerinde kurgulamıştınız? Ve hangisiydi o şiir?
İlk şiir denememi 11-12 yaşında yapmıştım. Ama siz, şiir yazma çabasından değil de “ilk şiirden” söz ediyorsunuz. Bu manada ilk eserim “Alev Almak Üzere” adlı şiirdir. 18 yaşındayken yazmıştım. Gurup vaktini konu alan, ayrılık ve hüzün temalı bir şiirdir. Şiir, ‘yeni bir şair olarak sahneye ben çıkıyorum’ mesajını taşıyan şu beyitle bitiyordu:
“Aşka ömür verenler ufukta gark olurken Bir şair, gonca gülden alev almak üzere”
Şairlikte tema serüveninizi özetlemenizi istesek, ne dersiniz?
Gençlik yıllarında insan daha bir ideolojik oluyor. O yüzden yumruğunu sıkarak konuşuyor. Ağırlıklı olarak siyasi şiirler yazıyor. Zamanla şiirin bir ikna aracı olmadığını anlıyorsunuz ve yazdıklarınızın yetersiz kaldığını görüyorsunuz… Bu merhaleyi aşınca, evrenin merkezi olan insan çıkıyor karşınıza… Ve ait olduğunuz köklerden kanatlanarak insan merkezli şiirler yazıyorsunuz. Dünyanın neresinde olursa olsun, insanın ortak duygu ve heyecanları şiirin tematik merkezini oluşturuyor. En azından benim için böyle oldu.
Sosyal medya platformları ve web sitelerde, bu zamana kadar olan paylaşımları incelediğimizde, onlarca şiirinizin toplamda bir milyonu aşkın okunduğu istatistiğine ulaşıyoruz. Şiirlerinizin geniş bir kitle tarafından okunması ve hatta okuyucunun içinde bulunduğu duygulara tercüman olması size neler hissettiriyor?
Evet, yaratılıştan gelen bir yetenek olmadan şiir yazmak mümkün değildir. Ancak, yetenek binanın yapılacağı arsa gibidir, tek başına bir anlam ifade etmez. Onun, yoğun bir bilgi ve emekle biçimlendirilmesi, eser verecek kıvama kavuşturulması gerekir. O süreçlerden geçerek ortaya koyduğunuz eserin, sanatın en büyük jürisi olan toplumda yankı bulması, bütün yorgunluğunuzu alıyor. Şiire harcadığınız zamanın boşa gitmediğini hissediyorsunuz. Hazırlanarak girdiğiniz zorlu bir sınavdan, yüksek bir puan aldığınızı öğrenmekten öte bir şey bu…
Şiirde geleneğin yeri nedir?
Tanpınar der ki, “bir edebiyat ve sanat ancak kendi ananesi içinde yenileşebilir.” Benim de kabul ettiğim bu görüş geleneğe yaslanmayı zorunlu kılar. Ama gelenekten beslenmekle, gelenekte kaybolmayı birbirinden ayırmak lazım. Çünkü şiir geçmişe değil, geleceğe yazılır. Hiç kimsenin yazdığı şiirleri, mezarında yatan dedesine okuma şansı yoktur. Onun için şiirimizin doğal muhatabı olan gelecek kuşakları etkileyecek metinler ortaya koyma düşünü görmeliyiz. Yazdıklarımızın bizimle birlikte mezara girmesini istemiyorsak bu bir zorunluluktur.
Günümüz şairlerinin yaşadığı en büyük zorluklar nelerdir sizce?
Bütün güzel şiirlerin eski şairler tarafından yazılmış olması ve yenilere yok denecek kadar az bir alan kalmasıdır. Günümüz insanın şiire vakit ayırmasını engelleyen alanların çoğalması, günümüz şairlerinin işini zorlaştıran bir başka olgudur. Dıştan gelen bu olumsuzluklara bir de yenilerin dilden ve hayattan kopuk olması eklenebilir. Hani Nazım Hikmet, Kemal Tahir’e yazdığı bir mektupta “tip arama insan çiz” diyor ya… Ne kadar isabetli bir telkin bu… Şeyh Galib’in ifadesiyle “alemin özü” olan insanı anlattığımızda çok güçlü bir bağ kuracağımız okura, Türkçenin inceliklerinden mahrum bir dille hayattan kopuk mektuplar gönderiyoruz. Bu da şiirin alıcısını azaltıyor.
İnternetin şiir üzerindeki etkisini nasıl buluyorsunuz?
Şiir üzerindeki yayıncı tekelini kırması bakımından müthiş bir imkân… İnternet sayesinde şiir yazan herkes, hiç kimsenin hamiliğine ihtiyaç duymadan ürünlerini meraklısına ulaştırabiliyor. Bu sayede insanlar, alıcı bulamadığı için zulada beklettiği ürünlerini gün yüzüne çıkarma fırsatı buldu. Şiiri olabildiğince özgürleştiren ve çok sesliliğe imkân sağlayan bu gelişme çok iyi bir şey tabii… Ama bunun da şöyle bir mahsurlu tarafı var: Ürünler, kalite kontrolü yapılmadan, en azından kendi çevrelerindeki bir edebiyat öğretmenine ya da şiir konusunda yetkin birine test ettirilmeden yayınlanınca, internet dünyası büyük şiir çöplüğüne dönüştü. O çöplükte nitelikli çalışmaları arayıp bulmak da zorlaştı. Tesadüfen karışımıza çıkarsa ne âlâ… Yoksa kaybolup gidiyor.
Bir eleştirmen gözüyle okuduğunuz şiirlerde nelere dikkat edersiniz?
Şiirin ana malzemesi kelimelerdir. Mimaride, taşların ustaca yontularak, çağları aşan bir yapıya dönüştürülmesi neyse şiirde de kelimelerin işlevi odur. Onun için sağlam bir Türkçeyle yazılmış mı, dilin mimarisine ve melodisine sadık kalınmış mı önce ona bakarım. Lirik ve özgün bir söyleyiş var mı? Biçimle içerik birbiriyle uyumlu mu? Biri diğerine feda edilmiş mi? Bunlar üzerinde dururum. Şiire yeni başlayanların önündeki en büyük tehlike başkasını taklittir; kıdemlilerin önündeki engelse kendini tekrar etmektir. Bu iki tuzaktan birine düşülmüş mü? Buna dikkat ederim. Değişen şiir zevki karşısında silinip gitmek istemiyorsak, bütün yumurtaları tek sepete doldurmamalıyız. Biri değilse diğerinin beğenilip okunmasını sağlamak için biçim ve öz bakımından kendimizi sürekli yenilemeliyiz. Yunus’un, “Her dem taze doğarız bizden kim usanası” mısraındaki manayı önümüze hedef olarak koymalıyız. Şiirin böyle bir hülyası var mı, beni alıp götürüyor mu ona bakarım.
Sanatdaşlarınız içerisinde geçmiş veya günümüzden hangi şairler ilginizi çekiyor? ‘’Bu konuyu çok güzel kelimelere dökmüş, kıskandım doğrusu’’ dediğiniz bir şiir veya şair oldu mu hiç?
Erken yaşlarda şair olmaya karar verdiğim için kendimi geliştirebilmek adına elime geçen her şiiri okudum. Özellikle, liseden sonra dünya görüşü ve içerik ayrımı yapmadan her şairi tanımaya çalıştım. Şiirimizi evrensel ölçekte zirveye taşımış, öncü isimlere ve avangart eserlere daha fazla zaman ayırmaya gayret ettim. Bu okumalar sırasında ilgimi daha çok çeken ve üzerinde yoğunlaştığım şairler oldu. Ama bu ilgi sabit kalmadı, zaman içinde şairi değil de şiiri esas alan bir değişkenlik gösterdi. Tabii o süreçte, “keşke bunu ben yazsaydım” dediğim şiirler ya da mısralar oldu. Örnek vermem gerekirse Mevlana’nın Etme şiiri, Fuzuli’nin, “Beni candan usandırdı” gazeli, Necip Fazıl’ın Kaldırımlar, Sezai Karakoç’un Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine, Cahit Sıtkı’nın Dalgın Ölü gıpta ile okuduğum şiirlerdir.
Şiir yazmak, masaya oturup kâğıdı ve kalemi alarak birkaç saat çalışmayla üretilen bir şey mi? Eserlerinizi nasıl üretiyorsunuz? Ritüelleriniz var mı?
Onlarca yılın tecrübesiyle söylüyorum ki, şiir yazmak için kâğıdı kalemi alıp masa başına oturmak, işporta malı bir şey üretmek için sağlam bir yöntemdir. Ama böylesi ürünlerin ömrü birkaç günü geçmiyor. Çünkü birkaç gün sonraki okumalarımda, bunları okurun huzuruna çıkarmaya değer bulmadığım için yok ediyorum. Şiir yazarken odamda hep yalnızımdır. Yanımda kimseler olmaz. Gündüz de şiir yazdığım olmuştur ama ağırlıklı olarak gececiyimdir ve bir fon müziği bana genellikle eşlik eder.
Bir şiir ne zaman var olur? Sanat dünyasına ne zaman girer?
Biyolojik anlamda, şairinin son noktayı koyup, ‘yeni bir şiir yazdım’ dediği andan itibaren o ürün vardır. Ama yaşanan her şeyi öğütmek gibi kötü bir huyu olan zamanın elinden kurtulmuş bir şiirden söz ediyorsak, yazılan şeyin şairinin dışındaki kişiler bakımından da bir değer ifade etmesi onların gönüllerinde karşılık bulması gerekir.
Bu açından baktığımızda, bir şiir, yazanın dışındaki insanların duygu ve düşüncelerine tercüman olabildiği ölçüde vardır. Bir genç kızın günlüğünde, sevgiliye gönderilen bir mektupta, gece karanlığında sahilde tek başına yürüyen bir adamın terennümünde, bir hatibin ya da bir imamın söylevinde can bulur.
Çoğu şair, işledikleri konular üzerinden unvan aldılar. ‘Vatan şairi’, ‘Kaldırım şairi’, ‘Aşk şiirlerinin unutulmaz şairi’ gibi… Bir şiir sever olarak, bir şairin yeteneğini sınırlayan yakıştırmalar olarak kabul ediyorum bunları. Bir fincan kahveye de şiir yazılabilir ve bu şiiri yazan ‘kahve şairi’ olarak lanse edilmemeli. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
İsmimizi anne-babamız, unvanımızı ise toplum koyar… İster yüceltme ister aşağılama amacıyla yapılsın fark etmez, toplum tarafından kabul görmeyen unvanlar, bir kişiye yapışmaz. Kısa bir süre içinde silinir gider. Ama bir şair ya da yazarın baskın özelliği veya öne çıkmış eseriyle anılması, toplumsal hafızadaki yerini billurlaştırır. Örneğin vatan şairi deyince Namık Kemal’i, kaldırımlar şairi deyince Necip Fazıl’ı, Tutunamayanlar’ın yazarı deyince Oğuz Atay’ı hatırlarız. Böylece o unvanlar, eserden sahibine, sahibinden esere doğru giden çift yönlü bir hatırlatma işlevi görür. Onun için sınırlayıcı bir görüntü verseler bile bundan çekinmemek gerekir.
Şairlerle filozoflar arasında yakınlık olduğunu söyleyenler vardır. Siz bu konuda ne düşünürsünüz?
Kadim zamanlarda, içinden çıktıkları toplumları etkileme ve temsil güçleri itibariyle ikisi arasında yakınlık ve benzerlikten söz etmek mümkün… Ancak onlar iki farklı kutup gibidir. Hakikat şairin kalbine, filozofun aklına doğarmış. O yüzden biri sezgiseldir, öbür rasyonel… Şiir telkin eder, felsefe ikna… Belagatin kaynağında şiir vardır, bilimin kaynağında felsefe… Şiir kendisinden doğan birçok söz sanatına analık yapmıştır, felsefe birçok bilim dalına… Bütün bunların üstüne şunu da söylemeliyim ki, birbirine paralel akan bu iki nehir arasında şöyle de bir su kavuşumu vardır. Bilgiden beslenmeyen sezgi, idare lambası gibi fersiz olur; sezgiden beslenmeyen bilgi ise soğuk ve ürkütücü… O yüzden, devletinden şairleri kovmaya çalışan Platon, mağara metaforunda şiir vadisine dalmıştır. Nietzsche ve Freud’un şairlere gösterdikleri yüksek saygı da bu yakınlığa işaret eder.
Son olarak, Z kuşağı tabir edilen gençlerin şiirlerle pek arası olmadığını görüyoruz. Genelde rap şarkılarda yer alan argo ve küfür içerikli sözlerle kendilerini ifade etmeye çalışıyorlar. Bu gençlerin, şiirlerdeki asaleti fark etmeleri için sizce neler yapılması gerekir?
Toplumsal hayatı ilgilendiren her yenilik, beraberinde büyük değişimleri getiriyor. Ancak o değişimler birdenbire olmadığı için sancılı geçiş dönemleri yaşanıyor. Gelenekselle yeni olan arasındaki anlaşmazlık ve belirsizlik bir süre devam ediyor. İnternet çağının çocukları olan Z kuşağı da bu geçiş döneminde var oldu. Sahneye çıktıkları dönem itibariyle geleneksel olan birçok şey onların gözüne yabancı göründü. Kalın kalın kitaplar okumak, satın alacağı ürünü çarşıda aramak, geleneksel değerleri sorgulamadan kabul etmek onlara göre değildi. Yaşama biçiminden eğlence alışkanlıklarına kadar yeni olan bu kuşağın, hayatı anne ve babaları gibi yaşamayacakları açık. Ancak bu değişimin, şiiri ve sanatı hepten rafa kaldıracağını düşünmüyorum. Tamam, o neslin mesneviler ve kasideler okuyacak kadar şiire uzun vakit ayırmalarını beklemiyorum. Ama zihin ve gönül dünyalarına ışık tutacak draje şiirler hep var olacaktır. Burada biz şairlere düşen görev de onlara hitap edecek özgün ve insan merkezli kısa eserler sunabilmektir. Bunu başardığımız takdirde bizden sonra da birilerinin kapağımızı açacağını sanıyorum.