O KARPUZCULAR DA SIRRA KADEM BASTI

Çocukluk günlerimin Adanasında kışlar, yazlar, baharlar, güzler çok farklı, çok latifti. Büyüklerimiz yolda karşılaştıklarının pek çoğunu hepsini tanır, gençler taşkın hareketlerden utanır, çocuklar dünyayı Adana sanırdı. Bet vardı, bereket vardı. Kapris ve kıskançlık henüz gelişmemişti.

Yaz gelirken caddelerdeki boş arsalara kavak dallarından çatılmış yarı çadır, yarı gölgelik satış yerleri hazırlanır, yere saman serilirdi. O yıllarda zibil gibi saman bulunurdu. “Gün gelecek, Türkiye saman ithal edecek” diyen biri çıksaydı, tımarhanenin en tehlikeli ferdi diye kilit altına alırlardı. O kadar yani!.. Basamak şeklinde bir-iki raf ve bir de rendesiz, planyasız tahtadan çakılmış masa… Oldu sana karpuz sergisi.  Sadece karpuz satılan geçici dükkan da diyebilirsiniz. Her tarafta olurdu bu sergilerdn. Traktör veya naylon arabayla getirilen malı indirenler  iyi birer basketçiydiler galiba. Arabadaki, karpuzları peş peşe dört beş metre ötedeki adama atar, o da yakalayıp sergiye dizene fırlatırdı. Çok izledim, tek bir karpuzun düşürüldüğünü görmedim.

O yıllarda üç çeşit karpuz olduğunu anımsıyorum. Pijamalı dediğimiz desenli, iri çekirdekli büyük karpuz. Yaz sonuna doğru çıkan orta-küçük arası, çoğunluğu küçük çekirdekli karpuz ve bir de sarı karpuz.

Her satıcının kendine ögü çağrı stili vardı. Sergi önünden geçerken duyardım:

  • Bıçak üstüneee!.. Kesmece bu bal kesmece!..
  • Elimi mi kestim ne!.. Yalnız, bu ifade kesik kesik kahkaha şeklinde, yani “he-he-he-he-he-he-heh” formunda söylenirdi.
  • Gel, gel, gel!.. Şeekker nasıl bal öyle!..
  • Dadına (tadına) muhayyer bu kurabiyeler!..

“Muhayyer” sözcüğü  satıcılar tarafından pek sık ve “Garanti” anlamında kullanılırdı. Asıl anlamı ise, hayret’den gelme olup “hayret ettirecek kadar esaslı” demektir. Öyle de olsa, “muhayyer” nitelemesi etkiliydi.

“Karpuz çekirdeğini kurutup toplamayan aile yoktu” diyebilirim.. İyice yıkanan çekirdekler kontrplak, çinko yahut  teneke üstünde kurutulur, küçükler ayrı, büyükler  ayrı bez torbalara doldurulurdu. İkisi de kış günlerinde sevilerek tüketilirdi. İriler, içine bol kül atılmış su içinde kaynatıldıktan sonra temizlenip az tuzla bir kez daha kaynatılarak hazırlanırdı. Küçükler ise, yine tuzla kavrularak, kabuğu ile yenilirdi. Ben ikincisini severdim.

Çocukluk yıllarımda çekirdek yok, “çeerdek” vardı. İlkokulu bitireceğim zamana kadar ben de evde veya derste “çekirdek” arkadaşlar arasında “Çeerdek” derdim. Zaten satıcıları da “Çeerdeeek!” diye bağırırdı.

Devletimiz dünya ile entegrasyona ağırlık vermeye çalışırken Washington Karpuzla tanıştık. Bizimki kadar iri olmamakla beraber tadı da, rengi de sevilmişti. Fakat iki üç yıl sonra ne o tad, ne o renk kalmamıştı. Bu kez Halep Karpuzunu icat ettiler. Sonra da kısır çekirdekli ve hatta çekirdeksizler çıktı ortaya.

O yılları yaşamış, öz ürünlerimizin tadını, kokusunu, şeklini tanımş biri olarak ne kadar üzüldüğümü anlatamam. Hele şu “İthal” sözcüğü yok mu; duyunca beynim zonkluyor, ruhum örseleniyor.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor