ORİENT EXPRES’TE BİR ALTIN KAÇAKÇISI

Londra’da İngilizce dil öğrenimini sürdürdüğüm 1964 yılında, Türkiye’de yaptığım tatilden trenle İngiltere’ye dönüyordum.  İstanbul Sirkeci’den kalkan Orient Expres’e bir öğle vakti binerek Londra’ya gitmek üzere yola çıktım.  Bindiğim tren Yunanistan,  Bulgaristan, Yugoslavya, İtalya, İsviçre yoluyla Fransa’ya girecek, Paris’te Gare de Lyon istasyonunda yolculuğu sona erecekti.  Ben oradan banliyö treniyle yine Paris’teki Gare de Nord istasyonuna geçip Paris-Calaise trenine binecek, Calaise limanında trenden inip Calaise-Dover feribotuna binerek Manş Denizini geçip Dover limanında İngiltere’ye ayak basacak, oradan trenle Londra Victoria istasyonuna kadar giderek yolculuğumu tamamlayacaktım.

İstanbul’dan yola çıktığımda kompartımanımda benden başka bir kaç yabancı uyruklu yolcu vardı.  Trenimiz ertesi günün gece yarısı Yugoslavya’nın başkenti Belgrad’a vardığında kompartımandaki diğer yolcular indiler, yalnız başıma kalınca kanepelerden birine uzanarak uyumaya çalıştım.

Trenin Belgrad’tan hareketinden biraz önce bir erkek yolcu kompartımana girip valizini yerleştirdikten sonra karşı kanepeye oturdu.  Ben uyanık olduğum halde hiç hareket etmedim ve uyuyormuş gibi davrandım.  Yolcu oturduktan hemen sonra sehpa üzerinde duran ve hareket günü İstanbul’dan aldığım Türk gazetelerini  görmüş olacak ki, birden Türkçe olarak “Aaa, burada Türk gazeteleri var” diyerek gazeteleri alıp okumaya başladı.  Bunun üzerine ben de kalkıp oturdum ve yolcuyla konuşmaya başladık.   Konuşmamız sırasında, Londra’da lisan okulunda öğrenci olduğumu söyledim, yolcu da Belçika’da çalışma izni bulunduğunu, yılda bir kaç kez Belçika’dan bir otomobil satın alıp İstanbul’a götürerek  sattığını açıkladı.  Vakit çok geç olduğu ve daha uzun süre birlikte yolculuk edeceğimiz için kısa süre sonra yatıp uyuduk.

Sabah erken bir saatte trenimiz Yugoslavya-İtalya hududuna geldi, kompartımana giren Yugoslav gümrükçüler bizi kaldırarak pasaportlarımızı istediler.  Görevliler benim pasaportumu inceledikten sonra çıkış vizesini vurarak geri verdiler.  Diğer Türk Yolcunun pasaportunu incelediklerinde, onun izinsiz olarak Yugoslavya’da kaldığını söyleyerek kendileriyle birlikte trenden inerek istasyondaki gümrük bürosuna gelmesini bildirdiler.  Yugoslav görevliler  önden çıktı, Türk yolcu ise paltosunu alma bahanesiyle onların gerisinde kaldı.  Tam çıkmak üzereyken koynundan çıkardığı bir şeyi kapının yanında asılı duran benim paltomun cebine bıraktığını fark ettim ama sesimi çıkaramadım.

Türk yolcu 15-20 dakika sonra iki görevlinin arasında istasyon binasından çıkarak kompartımanımın penceresinin önüne geldi.  Yugoslav görevliler Türk yolcunun gözaltına alınacağını belirterek onun valizini vermemi istediler.  Adamın valizini pencereden verdim.  Ancak, o ortamda Türk yolcunun askıdaki paltomun cebine koyduğu nesneyi vermem mümkün değildi.  Valizini alan Türk yolcu bir anlık tereddütten sonra bana dönerek, ” lütfen şimdi söyleyeceğim telefon numarasını not et ve Paris’te bu numarayı arayarak Madam Eldeniz’le görüş, yalvarırım sana”  dedi ve görevlilerin arasında uzaklaşıp gitti..  Ben adamın söylediği  telefon numarasını not ettim ve yerime oturdum.  Müthiş heyecanlıydım, çünkü ülkemden binlerce kilometre uzakta adını bile bilmediğim bir yolcu paltomun cebine ne olduğunu bilmediğim bir nesneyi bırakarak uzaklaşmış, ben ise sesimi çıkaramamış ve mahiyetini bilmediğim bir suçun ortağı olmuştum.  Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi çarparken tren Yugoslavya’yı terk ederek İtalya’ya girmek üzere hareket etti.

Trenin hareketinden hemen sonra yerimden kalkarak paltomu askıdan alıp tuvalete gittim ve kapıyı kapatıp kilitledim.  İlk aklıma gelen şey, cebime konulan şeyin bir tabanca veya bıçak olabileceğiydi, dolayısıyla  tuvalet deliğinden aşağıya atarak ondan kurtulurum diye düşündüm.  Cebimdeki nesneyi kompartımanın içinde çıkarmak istemedim, çünkü trenimiz İtalya’ya girmek üzere olduğundan İtalyan görevliler trene binmişlerdi ve az sonra kompartımana girerek pasaport kontrolü yapacaklardı.   Tuvalette elimi paltomun cebine attığımda, ağır bir şeylerle doldurulmuş beyaz bir bez torba buldum.  Torbanın ağzındaki ipi çözdüğümde, içinin İngiliz altın liralarıyla dolu olduğunu gözlerim fal taşı gibi açılarak gördüm.  Henüz  22 yaşında bir genç Yugoslavya’dan İtalya’ya giren bir trende sahibinin adını bile bilmediği yaklaşık bir kilo altınla dolu bir torbayla ne yapacağını bilemez durumda şaşırmış kalmıştı.  İtalya ve  İsviçre’den geçerek  Fransa’ya girecek,  Paris’te trenden inip başka bir istasyondan bineceğim trenle önce Manş denizi kıyısındaki Calaise limanına gidecek, orada bineceğim feribotla İngiltere’nin Dover kentine geçecek, oradan da  trenle Londra’ya gidecektim.  Bu seyahat boyunca her hangi bir nedenle bu ülkelerin birinde görevliler  altınları bulabilirlerdi.  Yabancısı olduğum bu ülkelerde gerçeği kimlere nasıl anlatabilirdim.  Daha önce yakalanmazsam ve Paris’te aramam istenen Madam Eldeniz’le temas kuramazsam İngiltere’ye giriş sırasında gümrük  görevlilerine durumu açıklar altınları onlara veririm diye düşünüyordum ama yine de kendimi yaban ellerde cezaevine düşmüş ve Türkiye’deki gazetelerde fotoğrafıyla birlikte altın kaçakçılığı yaparken yakalandığımı bildiren haberleri kafamdan silemiyordum.

Elimde ne yapacağımı bilmediğim kocaman bir altın torbası ile tuvalette bir süre düşündükten sonra şöyle bir karara vardım:  altın torbasını tekrar paltomun cebine koyacak ve etiketini de söküp attıktan sonra paltomu kompartımandaki askıya asacaktım.  Yakalanmadığım takdirde, Paris’e kadar gidip Türk yolcunun bana verdiği telefondan Madam Eldeniz’i arayarak Belgrat’ta trene binen bir Türk’ün Yugoslavya hududunda görevliler tarafından trenden indirildiğini, bende de bir emanetlerinin bulunduğunu, istasyona gelerek teslim almasını söyleyecektim.  Şayet Madam Eldeniz’i bulamaz ve istasyona gelip bendeki paketi almasını sağlayamazsam, İngiltere gümrüğüne varana kadar hiç sesimi çıkarmayacak, İngiliz gümrükçülerine durumu açıklayacaktım.  Evim ve okulum Londra’da olduğu ve Londra Türk  elçiliğindeki bazı yetkililerle tanıştığım için orada sorunu çözebileceğime inanıyordum.  Şimdi tek dileğim, Paris’e ulaşana kadar yoklama geçirmemekti.

Düşündüğüm gibi yaparak altın torbasını tekrar paltomun cebine koydum ve paltomu da kompartımandaki askıya astım.  Büyük bir korku içerisinde ve gözüme uyku girmeden ertesi gün salimen Paris’e ulaştığımda, planımın birinci aşamasını başarıyla sonuçlandırmıştım.  Paris’teki son durak olan Gare de Lyon’da trenden inip, Calais’e gidecek  trenin kalkacağı Gare de Nord istasyonuna giden ilk banliyö trenine binerek Gare de Nord’a  gittim.  Calaise treninin kalkış saati ve kalkacağı peronu öğrendikten sonra, para bozdurarak Fransız Frangı temin ettim ve bir telefon kulübesine girerek Türk yolcunun bana verdiği telefon numarasını çevirdim.  Telefonda karşıma çıkan bir erkek Fransızca bir şeyler söyledi.  Ben Fransızca bilmediğimden, sadece “Madam Eldeniz, silvuple” dedim.  Biraz sonra telefonu alan bir hanım bozuk bir Fransızcayla bir şeyler söyleyince, ben Türkçe olarak “Siz Türk müsünüz” diye sordum. Karşıdaki kadının “Evet, Türk’üm” demesi üzerine derin bir nefes alarak rahatladım.  Telefondaki hanıma Belgrat’ta trene binen bir Türk yolcunun bir pasaport sorunu nedeniyle Yugoslavya hududunda trenden indirildiğini söyler söylemez kadın heyecanla o yolcunun eşi olduğunu belirtip başına ne geldiğini sordu.  Ben hiç altından bahsetmeden bende kocasının bir emaneti bulunduğunu, bir saat sonra Gare du Nord’dan kalkacak trenle Paris’ten ayrılacağımı, hemen gelip almasının mümkün olup olmadığını sordum. Kadın hemen gelebileceğini söyleyince, bulunduğum peronun ve  bineceğim vagonun numarası ile eşkalimi kendisine bildirdim.  Kadın da 40 yaşlarında, siyah pantolonlu ve gri trençkotlu biri olduğunu söyleyip hemen hareket etmekte olduğunu belirterek telefonu kapadı.

Ben Calais’e hareket edecek trendeki kompartımana paltomu asıp, aşağı inerek kadını beklemeye başladım.  Bu bekleyiş sırasında zihnimde yazdığım senaryolarla bir kaç macera filmi çevrilebilirdi.  Trenin kalkış saati yaklaşmış, kadın hala gelmemişti. Trene binip pencereden peronun girişini gözetlemeye başladım.  Trenin biraz sonra hareket edeceğini bildiren anons yapılmaya başlamıştı ki telefonda verilen tarife uyan bir hanımın koşarak perona girdiğini gördüm.  Kadın benim vagonumun önüne geldiğinde, “Madam Eldeniz” diye seslendim, kadından olumlu yanıt alınca kompartımana koşup paltomun cebindeki torbayı aldım ve pencereden kadına uzattım.  Torbayı alan kadın daha teşekkür bile edemeden tren hareket etti, kadıncağız müthiş rahatlamış ve nasıl teşekkür edeceğini bilemez bir halde bana el sallarken ben Paris’i arkamda bırakarak uzaklaştım.

İstemim dışında alet olduğum uluslararası bir altın  kaçakçılığı başıma bir şey gelmeden mutlu bir şekilde sona ermiş ve  yaşamım boyunca unutamayacağım bir macerayı genç yaşta yaşamıştım. Böylece, adlarını bile  bilmediğim ama soyadlarının  “Eldeniz” olduğunu öğrendiğim bir aile yaklaşık bir kilogram ağırlığındaki altınlarının bir tekine bile zarar gelmeden bu macerayı atlatırken, ben de hayatımın en heyecanlı ve korkulu iki gününü kazasız belasız atlatmış oldum.  Sonradan bu macerayı anlattığım bazı arkadaşlarım torbadan bir tek altın bile almamış olmamı çok yadırgamalarına rağmen davranışımı takdir ettiklerini belirtip bu ilginç maceranın anısı olarak en azından bir altın lirayı alıkoymalıydın dediler.

ORİENT EXPRES

Belçikalı Georges Nagelmacker’in kurduğu Wagons-Lits şirketine ait Orient Express olarak da bilinen Şark Ekspresi, 4 Ekim 1883’te Paris’ten ilk seferine çıktı. Dönemin en lüks otellerinde rastlanacak ince işlemeli ahşap panelleri, ipek çarşafları, gümüş yemek takımları, deri koltuklarıyla görücüye çıkan Orient Express’in ilk seferinin yolcuları ise gazetecilerdi.

Lüksü, güzergâhı ve yolcuları Orient Express’e zaman içinde “kralların treni ve trenlerin kralı” unvanını kazandı. Şark Ekspresi, döneminde sadece saraylarda rastlanabilecek bir lüks anlayışına sahipti. Süper zenginlerin ve soyluların para harcamak için âdeta yarıştığı bir lüks yuvasıydı. Öyle ki, günde birkaç kez kıyafet değiştirmemek veya akşam yemeğine gala kıyafeti olmadan katılmak görgüsüzlük sayılırdı.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    Röportaj

    Sağlık

    Spor