PAKIRSINDIĞI TARAFINA FAYTONLA ÜÇ MECİDİYE
Herşeyi ile FİAT olmasına karşın bize Murat 124 diye tanıtılan otomobiller daha doğmamıştı. Acil bir durum yoksa, kent-içi uzak yol ulaşım ihtiyacı faytonlar tarafından karşılanırdı. Çok zarifti faytonlar. En başta, iki tarafa kurum kurum oturtulmuş, pırıl pırıl pirinç köşebentli, tertemiz camlı fenerleri göze çarpardı. Karöseride de bazı yerler yine pirinçtendi. Tek atlısı nadirdi. Genelde, güçlü-kuvvetli, bakımlı, en az faytonun pirinç metalleri kadar parlak tüylü iki at koşulurdu. Yaylı da denilirdi, çünkü çelik yaprak yaylar üzerindeki dingile oturtulmuştu. Üzeri ve iki yanı kapalı, koltuğu ise günümüzün lüks araçlarını aratmayacak kadar zarif ve yumuşaktı.
FAYTONLAR, BELKİ DE ADANA’DA İCAD EDİLDİ
Seton Lloyd diye bir İngiliz… Adam aklını peynir ekmekle yemiş olmalı. Hem de tuluma basılmış keçi peyniri, haa!.. Sen İngiliz mingiliz olduğunu unut, tut gel taa Anadolu tarihine tutul. Öyle-böyle değil yani, resmen dalabı olmuş Anadolu’nun elin İngilizi. İşte, bu ahretlik frenk çocuğu, bizim şimdi baraj suyu altında kalmış olan Avgusta’dan bahsedip zenginlere mahsus modern bir arabadan dem vurur. Romalıların yaptığı bu arabaya karrosa, yani kızıl araba demiş Roma halkı. Yaşıtlarımız şöyle bir azıcık düşünsünler bakim; büyüklerimiz faytona ne derdi? Hı?.. Hatırladınız değil mi “kerrüse”yi. Yani, Roma’nın karrosa’sı, büyüklerimize kerrüse diye ulaşmış anıynan-şanıynan. İşte bu Seton Lloyd isimi Anadolu sevdalısından gelen bilgileri çocukluğumuzda duyduklarımızla topladığımızda, fayton için Adana icadı ihtimali kuvvetle beliriyor. Bizim kerrüsenin renginden bahsetmek farz oldu şimdi.
Asıl gövde, parlak kırmızı, deriden yapılan yolcu mahfeli ise siyahtı. Tekerleklerin gövde ve saplamaları da parlak kırmızıydı. Gövdedeki metal aksamlar yine pırıl pırıl pirinçti. Uzaktan bakınca parlak kırmızı ve altın görünümlü pirinçlerle somutlaştırılmış zarafet sayılabilirdi..
ÇEŞME BAŞLARINDA FAYTON DURAKLARI
Aklımıza geldi ya, şimdi o çeşmeleri mi anlatmalı yoksa faytonu mu; billahi zorlandık. Birkaç noktada çeşmelerimiz vardı. İri gövdeleri pik dökümdü ve tam tepelerinde, avuçla t kavranacak şekilde pirinç sap olurdu. Dışbükey yarım daire kesitli oluklardan oluşan ve bir metal sütun havası yansıtan pik gövde sanki her gece yeniden boyanıyormuşçasına parlak siyah olurdu. Pirinç sapı kavrayıp yukarıya kaldırınca, geniş ağızlı ve irice ibiğinden gürül gürül su akardı. Çeşmelerimiz, yaklaşık 20-25 santim yüksekliğinde beton sahanlık üzerinde idi ve tam ibiğin altında, demir ızgaralı rögarı olurdu. Tulumbası kumlu olan evlerden tutun, seyyar esnafa kadar, eshab-ı mesalih bu çeşmelerden su alırdı. O vakitler Adana’da şehir suyu şebekesi çok dar bir alandaydı. Aslında ihtiyaç ta duyulmazdı, çünkü tulumba iyice yaygındı.
Neyse, bu tarafı şöyle dursun, biz gelelim faytonumuza. Bir yandan elde sürekli nemli bezle orasına burasına helke (kova) ile su döküp silmek, öte yandan hayvana aynı helke ile su verebilmek için fayton durakları genelde çeşme başı olurdu. En büyük çeşmebaşı duraklardan anımsadıklarımız, İstiklal Ortaokulunun kuzeydoğu köşesi, Kuruköprü’de Hacıbayram girişinin sol kaldırımı, Sugediği’nde cami yanı…
Bir gün, Eskiistasyon durağından faytonu tutup eve geldik. Valide ve kardeşlerimizle, Pakırsındığı tarafına (şimdiki Kocavezir civarı) gideceğiz. Üç Mecidiye’de anlaştık. Her Mecidiye 20’den,60 kuruşa yani.
Pekiyi, Pakırsındığı niye pakırsındığı desek cevap verebilecek misiniz? Bizde cevabı var. Eğer heybede hala ömür ve afiyet te varsa, bir başka yazıda anlatırız Pakırsındığı’na neden pakırsındığı dediklerini…